Kürt Hareketinin, ulusal sorununun çözümü konusundaki
tercihini “barış” biçiminde belirlediği şu günlerde konu üzerinde herkes kendi
ideolojik ve sınıfsal konumuna göre pozisyonunu belirlemeye çalışıyor. Bazı
yapılar, bu konuda bu güne kadar söylediklerine denk düşen bir tavır
belirlerlerken, bazıları yeni pozisyonlarını belirlemekte sıkıntıları
yaşıyorlar. Bunlar daha çok, kendilerini devrimci bir çizgide tanımlayıp, Kürt
hareketiyle olan ilişkilerini de devrimci bir Kürt hareketi tanımı üzerinden
tarif edenlerden oluşuyor. Kürt hareketinin “barış” hamlesiyle birlikte ortaya
koyduğu politik tutumunun sağa sola çekilemeyecek bir biçimde reformizme denk
düşmesi sözünü ettiğimiz kesimler için sıkıntının kaynağını oluşturuyor. İşi
kitabına uydurmakta zorlanıyorlar. Bu süreç içinde Öcalan'ın yaptığı
açıklamalardaki birçok düşünce kendine sosyalist, devrimci diyen birilerinin
olumlamasının pek kolay olmadığı şeyler.Bu sıkıntının diğer bir kaynağını oluşturuyor. Anlaşılacağı gibi burada söz konusu olan kesimler şu ana kadar ki politik
duruşlarını Kürt hareketinin politik duruşuna göre belirleyenler. Diğer bir
deyimle Kürt hareketinin peşine takılanlar. Dediğimiz gibi bunların kendilerini
devrimci bir çizgide tarif etmeye çalışanları sıkıntılı bir süreç yaşıyor. Aynı
kesimin yasal alanda yer alan reformist karakterde olanları için, kendi iç
tutarlılıkları bakımından bir sorun yok. Kürt hareketinin bu günkü pozisyonu
ile uyum içinde ölçüsüz desteklerini sürdürüyorlar.
Bir diğer kesim ise,adeta “bu iş çözümlensin de nasıl çözümlenirse
çözümlensin. Biz de işimize gücümüze bakalım” diyenler. Bunların büyük bir
kısmı “reel politiker” bir tavırla ideolojik ve teorik temeli olmayan
pragmatist bir politikanın sahibi olanlar. Bu anlayış birçok kesime şu veya bu
oranda sızmış durumda. Bunların “becerileri” sayesindedir ki ulusal sorunun
tartışılması ML. perspektiften uzak, sanki bu konuda ML. lerin bir takım temel
referansları, ortak ölçütleri yokmuş ve
tarihimizde ilk defa tartışılıyormuş gibi bir durum yaratılıyor. Komplo
teorilerinden, burjuva politik argümanlardan, günlük “pratik” hesaplardan öteye
gidemeyen bu anlayışın diğer bir adı ideolojisizliktir. Bundan ötürü, yaşanılan
sürecin değerlendirmelerine girmeden önce Ulusal mücadele konusunda genel bir
ön perspektifle başlamayı uygun bulduk. Sırası geldikçe içinde bulunduğumuz
aşamada ki gelişmeler hakkında da bir şeyler söylemeye çalışacağız.
Sorunu ML. Ve ulusal sorun bağlamında ele aldığımız zaman;
ulusal sorun, sınıf mücadelesi, emperyalizmle ilişki ve çelişkiler, ulusal
sorun ve sınıf mücadelesinin ülke özgülündeki somutlanışına kadar genişleyen
bir perspektifle bakmak gerekiyor. Böyle bir genişletmeyle herkesin kendi
doğrularının eleştirel bir gözden geçirmesinin eşlik ettiği bir netleşme ve de
bu netleşme üzerinden yeni bir birlik ve mücadele (aynı zamanda ayrışma)
anlayışının öncüllerinin de ortaya konulabileceğini umuyoruz.
“Ulusal mücadele
burjuva demokratik taleplerle sınırlı burjuva demokratik özlü bir harekettir.”
Bu tespit ML. lerin büyük bir kesiminin üzerinde anlaştığı ortaklaştığı bir anlayıştır. Ben ise bu konunun biraz daha genişletilmesi ve tarihsel olarak daha ileriye taşınması gerektiğini düşünüyorum.
Bu tespit ML. lerin büyük bir kesiminin üzerinde anlaştığı ortaklaştığı bir anlayıştır. Ben ise bu konunun biraz daha genişletilmesi ve tarihsel olarak daha ileriye taşınması gerektiğini düşünüyorum.
Ulusal soruna
Marksist teorinin tarihsel gelişimi içinde baktığımız zaman Lenin karşımıza bir
sıçrama ve dönüm noktası olarak çıkar. Lenin’in içinde bulunduğu tarihsel
aşamada Marksistler arasında ulusal sorunu ekonomik indirgemeci bir anlayışla
ele alarak ortaya koymak yaygın bir anlayıştı. Başta Rosa Lüksemburg olmak
üzere ulusal sorunun temel mantalitesini ekonomik faktörler oluşturuyordu.”Sermaye ezen uluslarla ezilen ulusları
ekonomik bir ilişkiler sistemi içinde bütünleştirmiş ve ekonomik bağımsızlığı imkansız hale getirmiştir. O zaman ulusların bağımsızlığından söz etmek anlamsızdır, Avrupa'nın bağımsız küçük ulusları bile büyük ülkelere bağımlı hale
gelmişlerdi” Bu ilk bakışta Marksizme denk düşen doğru bir tespit gibi görünüyordu,
Lenin’in de bu ekonomik tespite bir itirazı yoktu. Hatta bu konuda verdiği
yanıtta ekonomik bağımlılık ilişkilerini biraz daha genişletir; “Sadece küçük devletler değil, Çarlık
Rusya’sı da finans kapitale ekonomik olarak bağımlıdır” der. Ama
UKKTH politik baskının biçimlerinden biriyle, yani bir ulusun
kendi istemi dışında bir devletin sınırları içinde tutulmasıyla ilgilidir.
UKKTH emperyalist ekonomik hâkimiyeti ortadan kaldırmaz ama emperyalist
ekonomik bağımlılığa rağmen politik bağımsızlık da kısmi bir
kazanım, bir mücadele mevzii olarak önemlidir.
Ulusal sorunun
emperyalist sistem içindeki çözümü,
kısmi ve bir mevzii ile sınırlıdır.
Sorunun tam ve gerçek çözümü nerededir? Burada Marksizmin tüm ustalarında
gördüğümüz somut tarihsel gelişmelerden dersler çıkartarak teoriyi canlı bir
biçimde geliştirebilme özelliğini Lenin’de görüyoruz. Bu günün görevlerini
ihmal edip geleceğe ertelemek yerine bu gün yapılması gerekenleri yapıp sorunun
gelecekteki evrilişini de tespit edebilmek. Lenin’in özellikle 1916’ya kadar
yaptığı tespitlerde ulusal sorunun burjuva demokratik devrimin bir sorunu
olarak ortaya koyar. Ancak bu tarihten sonraki yazdıkların da ulusal sorun sosyalizmin
bir sorunu olarak ele alınmaya başlar. “sosyalist devrim ve ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı” başlığıyla ortaya konulan çalışmalar ulusal sorunun
sosyalist devrim, sosyalizmin inşası ilişkilendirerek genişlettiği çalışmalardır.
Bu genişletme Lenin’in emperyalizm üzerine yaptığı çalışmayı tamamladığı
kapitalizmin içinde bulunduğu aşama ile ilgili temel bir görüşe ulaşmasıyla da
sıkı sıkıya bağlıdır. Kapitalizmin yeni aşaması Emperyalist dönem beraberinde kendine özgü
çelişki ve dinamikleri de ortaya koymuştur. Sınıf mücadelesinin temel öneminin
yanı sıra, emperyalizmin baskısı altın da ezilen ulusların bu baskıya karşı
vereceği ulusal kurtuluş mücadeleleri de hesaba katılır. Emperyalizm niteliği
gereği ezen ezilen ulus çelişkilerini de bağrında taşır ve durmadan bu çelişkileri
üretir. Emperyalist dönemde ezilen uluslar proletaryanın sosyalizm
mücadelesinde müttefikidir, ulusal sorun sosyalizmin de sorunu haline gelir. Emperyalist
dönemde ulusal sorun şurada, sosyalizm –sınıf mücadelesi- burada diye
birbirinden yalıtılmış bir tanım çokta doğru olmaz tam tersine proletaryanın rolü ve görevleri daha da öne çıkar. Ve proletaryanın programı bu günden
başlayarak ulusal sorunu da içermek zorundadır.”Sosyal devrim ancak, gelişmiş ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı
iç savaşının, gelişmemiş, geri ve ezilen ulusların ulusal kurtuluş hareketi de dahil olmak üzere, bütün bir demokratik ve devrimci hareketler dizisiyle birleştiği
bir devir biçiminde ortaya çıkabilir.”(Lenin-Emperyalist ekonomizm)
Ve Lenin’de
ulusal sorun bırakalım burjuva demokratik sınırlar içinde ele alınmayı(bu yanı
kabul edilmekle birlikte) sosyalist devrime, sosyalizmin inşasına kadar uzanan
ve bu doğrultuda programlaştırılan bir sorundur. İktidar ele geçirildikten
sonra sınıfların bir çırpıda yok olmayacağı gibi ulusal farklılıkların da
otomatik bir çözümü yoktur, uzun bir geçiş aşamasını gerektirir.”İnsanlık nasıl sınıfların ilgasına ancak
ezilmiş sınıfın diktatörlüğüne dayanan bir geçiş dönemi aracılığıyla
ulaşabilecekse, ulusların kaçınılmaz bütünleşmesine de ancak ezilen ulusların
tam özgürleştiği… Bir geçiş dönemi aracılığıyla ulaşabilecektir.”-Lenin- Ezilen ulusların gerçek özgürleşmesi ancak bu ulusların ezen uluslarla
birliğinin gönüllü olarak gerçekleşmesiyle olanaklıdır. Bu ise
UKKTH’ın sosyalizm altında da koşulsuz olarak tanınmasıyla mümkündür. Devrim öncesinde,
devrim anında ve devrim sonrasında bunu tanımamak Lenin’e göre sosyalizme ihanettir.
Bu konuda yapılan yanlışlardan biri de ayrılma hakkının tanınmasının ayrılmanın
savulmasıyla eş tutulmasıdır. Lenin’de sosyalist devrim sonrasında birliğin
savunulması esastır. Boşanma hakkı, boşanma değildir sözü bunu anlatır.
Buradaki temel ölçüt birliğin gönüllülüğüdür. Devrim öncesinde ise
birlik ya da ayrılma hakkı tercihini, ulusal ve uluslar arası düzeyde sınıf
mücadelesinin çıkarları belirler. Hiçbir ulusal kurtuluş hareketi bu çıkarların
üzerinde değildir. Koşulsuz destek ölçeksiz destek anlamına gelmez. Her hangi
bir ulusal mücadele proletaryanın ve başka halkların kurtuluş mücadelelerine,
özgül ve evrensel düzeyde zarar veriyor ve engelliyorsa ML.ler böyle bir
hareketi desteklemezler. Irak Kürdistan’ı buna en iyi örnektir.
Lenin’de ulusal sorun
bugünden başlayıp yarına, sosyalizme kadar uzanan bir kapsayıcılıkla ele alınır.
Ne bu günün görevleri yarına –sosyalizme- ertelenir, ne de yarının görevlerinin
bu günden başladığı unutulur. Bu gün için sosyalist hareket ulusal baskıya
karşı ezilen ulusların mücadelesinin yanında olmak zorundadır. Bütün baskı,
ezme-ezilme biçimlerine karşı olan sosyalistler, ulusal baskının politik, kültürel,
ekonomik hiçbir biçimine duyarsız kalamaz. Özellikle küreselleşme adı altında
emperyalizmin ezilen uluslara karşı yoğun bir saldırı başlattığı günümüzde bu
ayrıca bir önem kazanır. Ama sorunu bu sınırlarda tutmak yeterli değildir. Marksizm içinde yaygın bir görüş ulusal sorunun bir burjuva haklar
sorunu olduğunu tespit eder. Oysa Lenin de sorunun bu yönünü ihmal
etmemekle birlikte, sorunu esas olarak sosyalist devrimin görevleri açısından
ele alır. Kapitalizm, emperyalist aşamada farklı uluslar arasındaki çelişkileri
ve eşitsizliği, ezme\ezilme ilişkilerini, ulusal baskıyı sistemin doğası gereği
yeniden üretir. Bu yüzden politik olarak elde edilenler ne olursa olsun, ulusal
sorun kapitalist sistemde gerçek anlamda çözülemez. Politik bağımsızlığını elde
eden ulus bir süre sonra yeniden emperyalizmle karşı karşıya gelir bu yüzden
bütün ulusal kurtuluş hareketleri antikapitalist bir potansiyel taşırlar.
Antikapitalist olunmadan antiemperyalist olunamamasının önemi burada ortaya çıkar.
Ezilen uluslar için biçimsel bir eşitlikle yetinmeyen, gerçek bir eşitlik ve
özgürlüğü hedefleyen hareketler en basit burjuva demokratik haklardan yola
çıkıyor olsa bile bu başlangıcı geçici bir özellik taşımak durumundadır, gerçek
özgürlük ve eşitlik burjuva demokratik sınırların ötesindedir. Bütün ulusal
kurtuluş hareketleri antikapitalist bir potansiyel taşır dedik. Peki, bu antikapitalist
potansiyelin açığa çıkartılıp harekete geçirilmesi görevini hangi sınıf gerçekleştirebilir?
Burjuvazinin devrimci barutunu tüketip tarihin lokomotifi olma misyonunu
yitirerek bu güne miras bıraktığı sorunlar nasıl ve hangi sınıf\sınıflar
tarafından çözümlenebilir?
20. yüzyıl bir
anlamda ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihidir. Emperyalizm ve onun
desteklediği güçlerin yenilebileceğinin somut olarak görülmesi; SSCB 1917–1924,Türkiye
1919–1922 ve İngilizlerle Hollandalıların Asyalı bir güç olan Japonlara
yenilmeleri 1941 ve ikinci dünya savaşının Avrupalı sömürgecileri bitkin düşürmesiyle
birleşince 1944’ten sonra sömürgelerdeki bağımsızlık hareketleri hızlı bir
yükselişe geçti. Bu gelişme bir iki istisna dışında tüm sömürgelerin bağımsız
devletlerini kurmalarıyla sonuçlandı. Baştan ölü doğmuş olan ama oldukça yoğun
tartışma ve kamplaşmalara neden olan “üçüncü Dünyacılık”akımı da bu döneme(1950–1970)
denk düşer. Bu süreçte bağımsızlığını elde eden ulusların karşısında iki
alternatif vardı, ya sosyalizmi seçmek ya da emperyalist kampa yeniden teslim olmak.
Sosyalizmi seçerek bir biçimde ilerleme kaydeden Çin, Yugoslavya, Arnavutluk
gibi ülkeler her biri için farklı sonuçlar doğursa da kapitalist olmayan bir
yolu seçtiler. Ama kapitalist yolu seçenler bir ilerleme kaydedemediler.
Birçoğu bağımsızlıkçı liderlerini darbelerle yitirerek emperyalizmin en seçkin
uyduları oldular, aslında anti- komünist bir milliyetçi olan Nasır’dan veya
Sukarno’dan sonra Endonezya ilk başta akla gelen örnekler. Ama yeni
bağımsızlığını kazanmış ülkelerin önderliklerinin çoğu kazanımlarını koruyup
ileri götürmeyi başaramadılar. Emperyalizme karşı direnişi sağlayacak
demokratik kurumları ve organlaşmaları yaratamadılar, daha doğrusu yerel gerici
güçlerle ittifakları ağır bastığından oluşturmadılar. Emperyalizmle işbirliği
içindeki gerici güçler giderek inisiyatifi ele geçirdiler. Bağımsızlığını
kazanan ülkeler yeni politik bir güç olduklarını iddia etseler de temelde
emperyalist-kapitalist sisteme bağlıydılar. Sahip oldukları temel ürünler
konusunda kendi aralarında bir birlik oluşturup fiyatları belirleyip yükseltmek
için projeler gerçekleştirmeye çalışsallarda, bir dizi öznel ve nesnel etkenden
ötürü uluslar arası tekellerin baskısına dayanamayarak eskisinden de kötü bir
duruma düştüler. Bir kısmı korkunç bir yıkıma uğrarken-Afrika ve Latin
Amerika-Akdeniz ve Asya'daki bazı ülkeler göreli bir büyüme gösterdiler ama
büyüdükçe emperyalizme daha çok bağlandılar. Emperyalizmin kucağında büyümek
denen şeydi bu. Bağımsızlıklarını halkın gücüyle elinde tutmaya çalışanlar ise
yoğun bir kuşatma, baskı, sabotajlar vb teslimiyete zorlandılar.
Nikaragua, Angola, Mozambik gibi ülkeler yerel gerici güçler ve Güney Afrika
gibi ileri karakolların sürekli silahlı saldırılarıyla bunaltıldı. Ve günümüzde
birçoğu yeniden emperyalizme göbekten bağımlı hale gelmiştir. Sonuçta bu
ülkeler politik bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, daha iyi bir toplum
kurmanın yollarını bulamamıştır. Bunda birçok faktörden söz edilebilir ama kanımca
en önemlisi sosyalizmi yaratıcı bir şekilde ülkelerine uygulayacak
önderliklerin eksikliğidir. Ayrıca bu alan sosyalist düşüncenin en çok
yozlaştırıldığı bir alandır. Sosyalizmin saygınlığından yararlanmak için bir
yığın alakasız yapı sosyalist savlarla ortaya çıkıp sosyalistlik ve sosyalizmle
uzaktan yakından ilgisi olmayan uygulamalarla sosyalist değerlere büyük zararlar
vermişlerdir.
Ulusal bağımsızlık mücadelelerinin tarihi bize gösteriyor ki
bütün bu başarısızlıkların can alıcı nedenlerinin başında önderlik sorunu geliyor.
Küçük burjuva milliyetçiliğinin önderliğinde gelişen ulusal bağımsızlık
mücadeleleri sınıfsal ve politik niteliği gereği emperyalist-kapitalist zinciri
kıramıyor. Peki, bunu hangi sınıf, nasıl bir programa içselleştirerek başarabilir?
Bunun bizdeki yanıtı proletaryanın önderliği ve kesintisiz bir biçimde
sosyalizme geçişi hedefleyen demokratik halk devrimi programı içinde ulusal
sorunun bir devrim sorunu olarak ele alınmasıdır. Sorunun çözümü yeni
sömürgeciliğin tasfiyesindedir. Eski sömürgeciliğe karşı mücadelenin üzerinde
yükseldiği bir ulusun doğuşu, uyanışı gibi ulusal vurgunun yerini artık sınıfsal
vurgu almak zorundadır. Ulusal sorun emperyalist aşamada sömürge sorunuyla iç
içe geçmiş durumdadır. Emperyalizm ve
işbirlikçileriyle halkın ulusal yanlı olan çelişkisi, emek sermaye
çelişkisinden artık eskisi kadar ayrı değildir. Emperyalist kapitalizmin iyice
içselleştiği günümüzde sınıfsal ve ulusal boyuttaki çelişkinin çözümü gittikçe
birbirine yaklaşmakta, iç içe geçmekte ve bu iç içe geçişte sınıfsal yön
belirleyici bir ağırlık kazanmaktadır. Sorunun iki yönü vardır: Burjuva demokratik özü üzerinde yükselen
demokratik haklar mücadelesi. Bu günün sorunudur ve sınırları düzen sınırları
içindeki kazanımlardır. İkinci yönü ise, gerçek bir demokrasi ve özgürlüğü içeren,
düzenin sınırlarını aşan, yani devrimci çözümü içeren yanıdır. Bu iki ayrı
perspektif, iki ayrı politik tavır alışa denk düşer. Reformizm ve devrimcilik.
Devrimci çizgi, demokratik haklar için verilen düzen içi mücadeleyi reddetmez. Ama
orada takılıp kalmaz, ileriye, yani düzen sınırlarının dışına devrime doğru yürümeye devam eder. Reformist için ise,
reformların kendisi bir amaçtır. Var olan koşulları değiştirmekle değil,
iyileştirmekle kendini sınırlar. Kapitalist sistem içinde, hele ki yarı
sömürge/yeni sömürge ve faşist bir yönetimin olduğu bir ülkede bu tür
kazanımların fazlaca bir anlamı yoktur. Elde edilen nispi haklar sürecin hemen
sonrasındaki bir üst aşamada keskinleşen çelişkilerle birlikte yerini daha
olumsuz koşullara bırakır. Eğer mücadele Stratejik olarak devrimci bir programa
bağlanmışsa bir sonraki aşamada keskinleşen çelişkiler, bir üst aşamaya
sıçramanın dinamiği işlevini görür. Bu gün yapılan tartışmalarda ki nirengi
noktalarından biri de bu iki anlayış arasındaki farklılıktır. İki ayrı anlayış,
iki ayrı sınıfsal duruşa denk düşer;
Devrimci proletarya ve reformist küçük burjuvazi. Genelde ulusal mücadelenin evrensel karakterinde, özelde Kürt ulusal sorunu bağlamında sorun bir kez daha sınıfsal önderlik sorunudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder