"Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım
mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan
yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına “mümkün olan en
geniş cepheyi kurmak politikası” hakim olmalıdır) Mahir Çayan, Toplu Yazılar, sayfa 84
12 Eylül’ün ön günlerinde bu
ülkede yaşayan herkes tarafından şu veya bu şekilde öngörülen şey, askeri bir
darbeyle faşizmin açık icrasına geçileceğiydi. Yani 12 Eylül; bir gece aniden gelen,
beklenmeyen bir sürpriz değildi. Birçok siyasi yapı bu gelişi görüyor ve buna
uygun bir pozisyon almaya çalışıyordu. Bu pozisyon alışın çokta başarılı
olmadığını daha sonraları gördük. Özellikle dönemin en önemli hareketlerinden
bir olan Devrimci Yol yaptığı açıklamalarla “sivil faşist saldırıların, yerini
resmi faşizme bıraktığını mücadelenin zorlu bir aşamaya doğru gittiğini ve bir
an önce birleşik bir cephenin yaratılması gerektiğini” söylüyordu.
Böyle bir birliğin yaratılması
mümkün olmadı. Bunun nedenleri başlı başına ayrı bir tartışma konusu. Sonuç
olarak; 12 Eylül faşizmi karşısında Türkiye Devrimci Hareketi gerekli
direnişi örgütleyemeyerek, bir bütün olarak faşizm karşısında yenildi. Şu veya
bu hareketin yenilgisinin, diğerlerinden daha uzun veya daha kısa bir sürece
yayılmış olması bu sonucu değiştirmiyor. Elbette devrimci yapılar başlangıç
itibarıyla kendi anlayışlarına ve güçlerine göre bir direniş ve toparlanma
çabası içinde oldular. Gerilla mücadelesinin örgütlenmeye çalışılması,
kentlerde yapılan eylemler, birleşik cephelerin yaratılma gayretleri, yapıları
yeniden toparlama çabaları vb. Bu süreçte birçok devrimci şehit ve tutsak
düştü. Ama sonuç olarak, merkezi yapıların büyük oranda dağılmış olması, önder
kadroların büyük bir bölümünün daha başlangıç itibarıyla tutsak düşmesi (ki bu
devrimci yapıların en büyük zaaflarından biridir) ve daha birçok öznel ve
nesnel nedenden dolayı 12 Eylül süreci, devrimci güçlerin yenilgisiyle
sonuçlandı.
78’li yıllar denilen 12 Eylül
öncesi günlerde devrimci yapılar bu günkü kuşağın hayal bile edemeyeceği bir
kitleselliğe sahipti. Devrimci Yol, TDKP, Kurtuluş ve ayrı bir kulvarda
olmasına rağmen TKP en geniş kitleselliğe sahip yapılardı. Öyle ki bunlardan
sadece birisinin, örneğin Devrimci yolun kitleselliği bu gün tüm devrimci
sosyalist yapıların kitlesine denk düşer dersek, sanırım abartmış olmayız. O
günlerde yapılan günlük sohbetlerde Devrimci Yol, TDKP, Kurtuluş hareketlerinin
güçlerini birleştirmesi halinde hızla gerçekleşecek bir devrim olasılığı üzerine
konuşulurdu. Elbette devrim denilen şey günlük sohbetlerde dile getirilen özlem
ve istekler kadar basit bir şey değildi ama kitlelerin ruh hali buydu. Devrim
uzak bir olasılık olarak değil, her an olması mümkün bir durum olarak
görünüyordu. Kitleler bu güne kıyasla çok daha politik ve militan özelliklere
sahipti. Yapılarla taban arasındaki ilişki, birçok örgütlenme aracı ve mücadele
biçimiyle sağlanan canlı bir ilişkiydi.
Uzun lafın kısası 78’li yıllar
devrimci yapıların bu ülke tarihinde en geniş kitle tabanına sahip olduğu
yıllardı. Ne var ki 12 Eylül’den kısa bir süre sonra bu kitleden geriye pek bir
şey kalmadı. Sindiler, kendi kabuklarına çekildiler hatta devrimcilerden uzak
durmaya başladılar. Bunda 12 Eylül faşizminin 12 Mart’tan farklı olan saldırı
biçiminin rolü inkar edilemez. 12 Mart, saldırısını daha çok devrimcilere ve öne
çıkmış bazı devimci aydınlara yöneltirken, 12 Eylül faşizmi, devrimcilerle birlikte tüm
halk kesimlerine yüklendi. Onları ezdi, sindirdi ve pasifize etti. 12 Mart’ta
halk kesimleri fazlaca zarar görmedi. Savaş daha çok devrimci güçlerle oligarşi
arasındaki bir savaş olarak göründü. 12 Eylülde ise devrimci güçlerle birlikte,
tüm halk güçlerine yönelik amansız bir saldırı halini aldı. Ve bu sefer oligarşiye
karşı savaşacak olan devrimci güçler çok fazla bir varlık gösteremedi. 12
Eylül’den çok kısa bir süre sonra, o milyonlarla ifade edilen kitle tabanından da
geriye fazla bir şey kalmadı.
Faşizmin baskı ve zulmü
karşısında örgütsüz kitlelerin tavrı çoğu zaman karşı bir tepki olmaz. Daha çok
yaşanılan şey, geri çekilme ve pasifize olmadır.
Kitlelerin ne zaman “cahil, cesur, korkak, hâkim” olacakları ne zaman “düşmanı
meydanda koyup evlerine kaçacakları” nesnel koşullar kadar öznel koşullarına yani örgütlülük durumlarına bağlıdır. Tarihin bir döneminde oldukça cesur olan
halk kitleleri, bir başka dönemde inanılmaz korkak olabilirler. Ve meydanı
düşmana bırakıp evlerine çekilebilirler. O zaman meydan, eğer varsa halkın öncü
güçleriyle, düşmanın karşı karşıya kaldığı bir savaş alanına döner. Evlerine
çekilenlerin yeniden dışarı çıkıp çıkmayacaklarını belirleyen de tam bu süreçtir.
Evlerine çekilenlerin bu çekilişi, düzene karşı olan hoşnutsuzluklarının
ortadan kalktığı anlamına gelmez. Düşmanın pervasız saldırıları, baskı ve zulmü
karşısında yılmış, dağılmış kendi güçlerine olan güvenlerini, umutlarını
kaybetmiş ve kelimenin gerçek anlamıyla korkmuşlardır. Bir süre izleyici
durumunda kalırlar. O ana kadar kendilerini örgütlemiş ve öncülük yapmış
olanların durumu da izlenenler arasındadır. Böylesi bir süreçte güçlü bir
devrimci öncü varsa ve faşizmin saldırıları karşısında önce sağlam bir
direniş/savunma hattı kurup, ardından faşizmi gerileten bir mücadele çizgisini
ortaya koyabilirse; kitleler yavaş yavaş kapılarını aralamaya, kıyısından
köşesinden mücadeleyle ilişkilenmeye başlarlar. Bu birdenbire olmaz, önceleri
ürkek ve temkinlidirler. Öncünün düşman karşısında mücadeleyi sürdürüp
sürdüremeyeceği konusunda emin değildirler. Ama süreç ilerleyip öncünün etkin
bir güç olarak varlığını sürdürdüğünü gördükçe moralleri düzelip, güvenleri
yerine gelmeye başlar ve mücadeleye olan katkıları katlanarak artar. Öncüyle
kitle arasındaki bağ var olan koşullara uygun olarak, yeni bir sıçramayla yeniden
kurulur.
12 Eylül’ün açık faşizm
koşullarında olmayan şey, böyle bir öncünün varlığıydı. Özellikle bizim gibi
ülkelerde Öncü güç, mücadelenin başlangıç aşamalarında çok geniş bir kitle
tabanına sahip olmadığı gibi, belli bir kitleselliğe ulaştıktan sonra bile,
mücadelenin keskinleşen kimi aşamalarında var olan kitle tabanında büyük daralmalar yaşayabilir. Böylesi bir süreci önceden görüp, tabanın daralması karşısında gerekli tedbirlerin önceden alınabilmesi en doğru
yöntem olmasına rağmen bu her zaman mümkün olmayabilir. Bunu bilen devrimci
öncü, kitle ilişkilerindeki en olumsuz koşulları da göz önünde bulundurarak, kendi özgücünü, sertleşen ve zorlaşan sınıf mücadelesi koşullarına göre
düzenler. Kadroların istihdamı, lojistik ve askeri hazırlık, illegalite
koşullarına uygun örgütlenme, mevzilerin yeniden düzenlenmesi, ana stratejiye
bağlı olarak taktiklerin yeniden belirlenmesi vb… Bunların yapılabilmesi için
yaklaşan koşulların önceden öngörülebilmesi kadar buna uygun bir mücadele
anlayışına da sahip olmak gerekir. Devrimciler 12 Eylül’ün gelişini önceden
görebildi ama bu öngörüye uygun pozisyon alma becerilemedi. Faşizmin azgın
saldırıları karşısında dağılmış, korkmuş ve geri çekilmiş halk kitleleri, faşizme karşı güçlü bir direniş gösteren devrimci bir öncüyü göremediler.
Gittikçe düzene entegre olarak “kendi gemilerini kurtarmanın” derdine düştüler.
12 Eylül öncesinin nispetten daha
elverişli koşullarında devrimci mücadelenin kazandığı kitlesellik,
kendiliğinden mücadelenin gelişkinlik düzeyi,72 devrimcilerinin bıraktığı miras
olarak, halk kitlelerinin devrimci mücadeleye duyduğu sempati ve politikleşme
ortamı içinde yaşanan rehavet içinde, değişik biçimlerde yaygınlaştırılan taban
örgütlenmeleriyle gittikçe genişleyen yatay örgütlenme karşısında, ihmal edilen
yan, partiyi hedefleyen merkezi örgütlenme çalışmaları oldu. Bu durum solun bir kısmı için anlaşılır bir şeydi.
Ama özellikle ülkeyi yarı/yeni sömürge ve devlet biçimini faşizm olarak tespit
edip silahlı mücadeleyi ve illegal örgütlenmeyi temel aldığını söyleyen yapılar
için tartışmasız bir zaaf haliydi. 12 Eylül Faşizminin çetin mücadele koşulları
içinde gerek halk kitleleri gerekse kendini mücadeleye adamış devrimci kadrolar
için yokluğu hissedilen en önemli şey, merkezi bir örgütlenmeye sahip, işçi sınıfının
emekçi halk kitlelerinin politik kurmaylığını yaparak mücadeleyi organize edecek olan, proletaryanın öncü savaşçı partisiydi. Böyle bir partinin
olmadığı koşullarda ise: “Siyasi mücadeleyi her durumda ve her şart altında
yürütebilecek güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerin aydınlattığı ve
kararlılıkla uygulanan sistemli eylem planı diye bir şey söz konusu
olamaz..." dı (Lenin- Ne Yapmalı)
12 Eylül Faşizminin ağır baskı
koşullarının göreceli olarak azalıp, sınıf mücadelesinin ufak ufak kıpırdanmaya
başladığı günler geldi. 1989 Bahar Eylemleri,1991 Zonguldak Madenciler
Yürüyüşü, Üniversitelerde öğrenci hareketlerindeki yükseliş vb. Devrimci
mücadelenin yeni bir ivme kazanmasını sağladı. 12 Eylül’ün hemen sonrasında
oldukça yaygın olan “bu halktan bir şey olmaz” anlayışının yerini, yeniden halk
kitleleriyle bağ kurma “kitleselleşme” sorunu aldı. İçinden yeni çıkılan
süreçte yenilginin en önemli nedenlerinden birisinin, öncü partinin yokluğun
olduğu unutularak (ve unutturularak) sorunun kitlelerle kurulan ilişkilerin
sağlıksızlığından kaynaklandığı ve bundan 12 Eylül öncesi devrimci yapıların katı merkeziyetçi
ve bürokratik işleyişlerinin sorumlu olduğu biçiminde bir anlayış sola hâkim
olmaya başladı. Yenilgiden çıkartılan ders, yenilginin bize öğretmesi gerekenin
tam tersi oldu. Yatay örgütlenme modelleri, kanatlı parti tartışmaları,
Kuruçeşme toplantıları, kitle partisi çalışmaları, ML parti anlayışının
sorgulanması vs... Devrimci bir partinin yokluğu bir eksiklik olarak görülmek
yerine, varlığı bir sorunmuş gibi gösterildi. Yenilgi öncesi sahip olunan o
milyonlarca kitleye yeniden sahip olmanın en büyük arzu haline geldiği bir
kitle fetişizmi ortalığı sardı ve gittikçe egemen anlayış haline geldi. Bu
anlayışa karşı direnmeye çalışan devrimci anlayış büyük ölçüde tasfiye
edilirken, kalanlar solun azınlığını oluşturdular. Bir çok sağ sapma anlayış
tarafından devlet ağzıyla “marjinal gruplar” olarak nitelendirildiler. Geçmişte
solun en kitlesel hareketleri dediğimiz yapılar Devrimci yol, TDKP, Kurtuluş
gibi devrimci hareketler, kitleselleşme adına “değişen koşullara” uygun olarak geniş ölcüde tasfiye edilerek yerlerini yasal “kitle partilerine” bıraktılar.
Yıllar yılları izledi, yasal
partiler kuruldu, kültür merkezleri açıldı, dernekler çoğaldı, sendikalardaki
faaliyetlere ağırlık verildi. Kampanyalar, mitingler, basın açıklamaları,
konserler, şenlikler birbirini izledi. Parlamentoya milletvekili sokup “halk
için kürsüden yararlanmak” adına seçim ittifakları yapıldı. Yerel seçimlerde
belediye başkanlıkları için uğraşıldı. Kısacası kitleselleşmek için her yolu
denediler…
Bütün bu çabalara rağmen, ne 12
Eylül öncesinin geniş kitleselliğine ulaşılabildi ne de sosyalistlerle halk
kitleleri arasındaki bozulan ilişkiler düzeltilebildi. Zaman zaman
kendiliğinden gelişen emek ve demokrasi mücadeleleriyle ortaya çıkan yükseliş, yine kendiliğinden bir biçimde düştü. Sol yapılar adeta üstüne
binecekleri bir dalga bekleyen sörfçüler gibi, kendiliğinden gelen dalgaları bekler
oldular. 90’ların ortasından sonra sınıf mücadelesi ve bir bütün olarak sol, hızla irtifa kaybetmeye başladı. Ama sol yapıların sınıf mücadelesi içinde geri
düşüşleri sınıf çelişkilerinin düşüşü anlamına gelmez. Biriken ve keskinleşen
çelişkileri doğru tahlil edemediği için, doğru mücadele yöntemlerini
kullanamayan sol sınıf mücadelesinin aktif bir öznesi olmaktan çıkarken, sınıf
mücadelesi biriken çelişkileriyle, kendiliğinden dinamikler üzerinde yükselir.
Ve öyle de oldu. Sınıf mücadelesi
görünüşte kendi rutininde sürerken Haziran/Gezi direnişi patladı. Türkiye sınıf
mücadelesinin yakın dönemdeki en güçlü ve kitlesel direnişlerinden bir olan
Haziran direnişi sistemin yarattığı çelişkilerin biriken enerjisinin güçlü bir
patlaması olarak ortaya çıktı. Bu biriken ve keskinleşen çelişkileri doğru
tahlil edip bunlara uygun mücadele yöntemlerini uygulamak ve bu biriken
enerjiyi devrimci mücadeleye kanalize etme yetenek ve gücünden yoksun olan sol
yapılar, öncüsü olamadıkları bir hareketin destekçisi olarak Haziran
Direnişinde yerlerini aldılar. Sol diye nitelediğimiz homojen olmayan
tanımlamanın içindeki sağ sapmayı temsil eden geniş bir kesim direnişi sağa
çekmeye gayret ederken, devrimci güçler bunun önünde bir set oluşturarak
mücadeleye militan bir karakter kazandırmak için çaba harcadılar. Nicelik
olarak az olmalarına rağmen nitelik farklarını ortaya koyarak bunda belli
ölçüde başarılı da oldular. Haziran direnişi bir yandan bu iki ayrı anlayışın
arasındaki gerilimi de yaşayarak varabileceği son noktaya ulaşarak yavaş yavaş
sönümlendi. Varabileceği en son nokta, kendiliğinden bir hareketin varabileceği
son noktaydı. Haziran Direnişi üzerine çok şeyler yazıldı ve söylendi ve daha
da söylenecek ama Haziran günlerinde Lenin’in şu sözleri bizim beynimizin
içinde dönüp durdu:
“Örgütlenmiş güçlü bir partimiz olsaydı bir tek grev, politik bir
gösteriye, rejime karşı politik bir zafere dönüşebilirdi; örgütlenmiş güçlü bir
parti olsaydı bir tek yerdeki ayaklanma, başarılı bir devrime yol açabilirdi.”
“12 Eylül’ün öngünlerinde bu
ülkede yaşayan herkes tarafından şu veya bu şekilde öngörülen şey askeri bir
darbeyle faşizmin açık icrasına geçileceğiydi." Dediğimiz yeri anımsayarak bu
güne dönelim.
Uzun zamandır ülke, Emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının gelmiş geçmiş en iyi temsilcilerinden biri olan AKP aracılığıyla, açık faşizm koşullarına doğru adım adım ilerleyerek bu güne geldi. Bu gün yaşanılanlar bir çoğumuz tarafından öngörüldü ve yaşanılan birçok şey bizler için bir sürpriz değil. İktisadi ve politik nedenleri ortaya konularak gidişatın nereye doğru olduğu söylendi. Şimdi bu öngörüler bir bir gerçekleşiyor. İçinde bulunduğumuz koşulları yeniden tarif etmeye gerek yok, her gün yazılıp çiziliyor ve yaşanıyor. Baskıların gittikçe artarak genişleyeceğini söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Kimseyi karamsarlığa sürüklemek gibi bir niyetimiz yok ama 12 Eylül koşullarından daha ağır koşulları yaşama ihtimalimiz oldukça yüksek. Hem bu sefer daha güçsüz ve zayıf olarak. Karşımızda iç savaşı göze almış ve buna uygun olarak hazırlanmış bir düşman var. Legal mücadele olanaklarının tamamen ortadan kalktığı, temsili demokrasinin ve kurumlarının fiilen ortadan kaldırıldığı, halk kitlelerinin korku ve yılgınlıkla hızla geri çekilmeye başladığı koşullarda olacak olan şey, kırk yıl önce olmuş olan şeydir. Devrimci sosyalist güçlerin, karşı devrim güçleriyle savaş meydanında baş başa kalması. Böylesine bir savaş durumunda uzun yıllardan beri sola hakim olan mücadele biçimlerinin: Basın açıklamaları, mitingler, yasal partiler, parlamento vs. hiçbir pratik karşılığının olmayacağı ortada. Ayrıca uzun zamandır legal ve yarı legal koşullar içinde yukarıda saydığımız biçimler içinde mücadele eden kadroların ( aslında bu kadroların bizim anladığımız devrimci kadro niteliğinin çok uzağında olduğunu söyleyelim) böylesi koşullarda yapabileceklerinin sınırları da belli. Fazla seçenek yok; ya karşı devrimin savaş ilanı kabul edilmeyip geri çekilme ki bu tam bir teslimiyet anlamına gelir ya da bu halimizle savaşı kabul edip doğru dürüst savaşma olanağı bile bulamadığımız hızlı ve ağır bir yenilgi.
Uzun zamandır ülke, Emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının gelmiş geçmiş en iyi temsilcilerinden biri olan AKP aracılığıyla, açık faşizm koşullarına doğru adım adım ilerleyerek bu güne geldi. Bu gün yaşanılanlar bir çoğumuz tarafından öngörüldü ve yaşanılan birçok şey bizler için bir sürpriz değil. İktisadi ve politik nedenleri ortaya konularak gidişatın nereye doğru olduğu söylendi. Şimdi bu öngörüler bir bir gerçekleşiyor. İçinde bulunduğumuz koşulları yeniden tarif etmeye gerek yok, her gün yazılıp çiziliyor ve yaşanıyor. Baskıların gittikçe artarak genişleyeceğini söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Kimseyi karamsarlığa sürüklemek gibi bir niyetimiz yok ama 12 Eylül koşullarından daha ağır koşulları yaşama ihtimalimiz oldukça yüksek. Hem bu sefer daha güçsüz ve zayıf olarak. Karşımızda iç savaşı göze almış ve buna uygun olarak hazırlanmış bir düşman var. Legal mücadele olanaklarının tamamen ortadan kalktığı, temsili demokrasinin ve kurumlarının fiilen ortadan kaldırıldığı, halk kitlelerinin korku ve yılgınlıkla hızla geri çekilmeye başladığı koşullarda olacak olan şey, kırk yıl önce olmuş olan şeydir. Devrimci sosyalist güçlerin, karşı devrim güçleriyle savaş meydanında baş başa kalması. Böylesine bir savaş durumunda uzun yıllardan beri sola hakim olan mücadele biçimlerinin: Basın açıklamaları, mitingler, yasal partiler, parlamento vs. hiçbir pratik karşılığının olmayacağı ortada. Ayrıca uzun zamandır legal ve yarı legal koşullar içinde yukarıda saydığımız biçimler içinde mücadele eden kadroların ( aslında bu kadroların bizim anladığımız devrimci kadro niteliğinin çok uzağında olduğunu söyleyelim) böylesi koşullarda yapabileceklerinin sınırları da belli. Fazla seçenek yok; ya karşı devrimin savaş ilanı kabul edilmeyip geri çekilme ki bu tam bir teslimiyet anlamına gelir ya da bu halimizle savaşı kabul edip doğru dürüst savaşma olanağı bile bulamadığımız hızlı ve ağır bir yenilgi.
Uzun zamandan beri gidişatın nereye doğru olduğunu öngören
sosyalist devrimciler, bir kez daha bu öngörünün gereklerini yerine getiremeyip,
hazırlıksız yakalanma durumuyla karşı karşıya. Şu anda bir kez daha öncü
savaşçı bir partinin yokluğunun yakıcı bir biçimde hissedildiği ve gücümüzün
tarihimizdeki en zayıf durumda olduğu koşullarda zorlu bir sınıf mücadelesinin
tam ortasındayız. Mücadelenin neredeyse
her gün değişen günlük gelişmelere göre yönlendirildiği ve enerjinin bu
koşuşturma içinde heba edilerek tüketildiği sıkıntılı bir durumdayız. Dönüp
dönüp aynı yere geldiğimiz ama her seferinde biraz daha gerileyip sınırlı
mevzilerimizi de kaybettiğimiz bu durum, sol saflarda bir bıkkınlık ve
karamsarlık havasını da yaratmaya başladı. Bütün elverişsiz koşullara ve
daralan zamana rağmen hala durumu tersine çevirme olanakları var. (sınıf mücadelesinde
bu olanaklar her zaman vardır. Sorun doğru halkayı yakalayabilmektir) Öncelikle; çubuğu hızla tersine bükerek uzun zamandır sola hakim olan
düzen içi alanla sınırlanmış ve sürdürülmesinin ancak nispi demokratik
koşulların varlığına bağlı olduğu mücadele biçimlerinden, karşı devrimin fiili
zoruyla karşı karşıya gelmeye uygun örgütlenme anlayışı ve mücadele biçimlerine
geçiş için, kendi sınırlı gücümüzü azami düzeyde zorlayacak bir iradeyi ortaya
koymak gerekiyor.
Kısa vadede amaç; karşı devrimi bozguna uğratmak değil,
bozguna uğramadan direnebilmek için aktif bir savunmanın koşullarını
oluşturmaktır. Başlangıçta nicelikten daha önemli olan nitelik olacak. Mücadele
tarihi bize çeşitli defalar nicelik olarak küçük olmasına rağmen,nitelikli bir örgütlenmenin düşmanın saldırıları karşısında direnmeyi başararak nitelikli bir
çoğunluğa ulaşabildiğini göstermiştir. Kabul etmek gerekir ki uzun yıllardır sola hâkim
olan anlayışın, mücadele ve örgütlenme biçimleri açısından yarattığı “alışkanlıkların” bir anda ortadan kaldırılması mümkün değil. Hatta bunların birçoğu
bu konuda çizgilerinden kesinlikle ödün vermeden bildikleri yolda yürüyeceklerdir.
Ama şu anda azınlık durumunda olan fakat mücadele ve örgütlenme anlayışı
bakımından devrimci damarı temsil eden kesimler bütün eksiklik ve zaaflarına
rağmen oluşturulması gereken devrimci direniş hattının potansiyel gücünü
oluşturuyor.
Kırk yıldan beri bir türlü
kitleselleşemeyen kitle çalışmalarının, her geçen gün biraz daha azalan
sayılarla yapılan basın açıklamalarının, kapalı salon toplantılarının, bir
türlü halkın içinde devrimci kültürün yaygınlaşmasını sağlayamayan kültür
merkezlerinin, söylemlerindeki bütün popülist halkçı dile rağmen halktan
turist muamelesi gören solculuğun, devrimci örgüt, devrimci şiddet, illegal
mücadele gibi kavramları literatüründen kaldırmış bir “devrimciliğin” işçi
sınıfıyla olan ilişkisini sendikalizmle sınırlamış bir anlayışın kırk yıllık
pratiğinin sonuçlarını referans alırsak; böyle bir anlayışın sınıf mücadelesinin
zorlu geçitlerinde hiçbir şansının olmadığı açıktır. Şimdi çubuğu yasal
partilerden devrimci örgüte/partiye, sivil toplum örgütlenmelerinden devrimci kitle
çalışmasına doğru hızla bükme zamanıdır. Yoksa tarih bizi bir kez daha
affetmeyecek. Gün, günü kurtarma zamanı değil, geleceği kurtarma zamanıdır.
Yanlış anlamayı engellemek için
son bir not düşelim. Yazdıklarımızdan kitle çalışmasını önemsemeyen kapalı
devre bir dar kadro çalışmasını savunduğumuz anlaşılmasın. Tam tersine kitle
çalışmasını çok önemsiyor, öncü ve kitle arasındaki ilişkinin hayati bir öneme
sahip olduğuna inanıyoruz.Ama
kitle çalışması dediğimiz şey bu çalışmayı yürüten siyasal örgütlenmenin devrim
anlayışı ve mücadele tarzına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu anlayış ise, sınıfsal
bakış açısından ayrı düşünülemez.Belirli bir devrim anlayışı ve devrim stratejisi olmayanın devrimci bir kitle çalışması anlayışı da olamaz.
“Kitle çizgisi, Marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist
hareketi her çeşit küçük burjuva hareketinden ayıran bir settir, kitle
çizgisi.”(M Çayan)
ML
kitle çalışması ülkenin özgün koşullarına göre belirlenmiş devrim stratejisinin
değişen aşamalarına göre farklılıklar gösterir. Her zaman ve her koşulda geçerli bir kitle çalışması yoktur. “kitle çizgisi mücadelenin herhangi bir aşamasının
herhangi bir evresinde, o evrenin şartları altında, çıkarları devrimde olan
yığınlara dışarıdan verilecek olan bilincin biçim ve özelliklerini, taktik ve
şiarların niteliğini tayin eder.” (m. çayan)
Küçük burjuva reformizmin kitle çalışması diye yutturduğu
kitle kuyrukçuluğunun stratejiden yoksun ve kendini tekrarlayan "yaratıcı" taktiklerinin yaratığı tahribata karşı tek alternatifin devrimci kitle
çalışması olduğunu ısrarla söyleyerek. Rosa Luxemburg’la noktalayacak olursak:
“Çoğunluk olduktan sonra devrimci taktiğe geçilmez, tersine devrimci taktikle
çoğunluk olunur”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder