5 Eylül 2016 Pazartesi

DÜN BUGÜN VE YARIN / Bora Kara



"Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına “mümkün olan en geniş cepheyi kurmak politikası” hakim olmalıdır) Mahir Çayan, Toplu Yazılar, sayfa 84


12 Eylül’ün ön günlerinde bu ülkede yaşayan herkes tarafından şu veya bu şekilde öngörülen şey, askeri bir darbeyle faşizmin açık icrasına geçileceğiydi. Yani 12 Eylül; bir gece aniden gelen, beklenmeyen bir sürpriz değildi. Birçok siyasi yapı bu gelişi görüyor ve buna uygun bir pozisyon almaya çalışıyordu. Bu pozisyon alışın çokta başarılı olmadığını daha sonraları gördük. Özellikle dönemin en önemli hareketlerinden bir olan Devrimci Yol yaptığı açıklamalarla “sivil faşist saldırıların, yerini resmi faşizme bıraktığını mücadelenin zorlu bir aşamaya doğru gittiğini ve bir an önce birleşik bir cephenin yaratılması gerektiğini” söylüyordu.

Böyle bir birliğin yaratılması mümkün olmadı. Bunun nedenleri başlı başına ayrı bir tartışma konusu. Sonuç olarak; 12 Eylül faşizmi karşısında Türkiye Devrimci Hareketi gerekli direnişi örgütleyemeyerek, bir bütün olarak faşizm karşısında yenildi. Şu veya bu hareketin yenilgisinin, diğerlerinden daha uzun veya daha kısa bir sürece yayılmış olması bu sonucu değiştirmiyor. Elbette devrimci yapılar başlangıç itibarıyla kendi anlayışlarına ve güçlerine göre bir direniş ve toparlanma çabası içinde oldular. Gerilla mücadelesinin örgütlenmeye çalışılması, kentlerde yapılan eylemler, birleşik cephelerin yaratılma gayretleri, yapıları yeniden toparlama çabaları vb. Bu süreçte birçok devrimci şehit ve tutsak düştü. Ama sonuç olarak, merkezi yapıların büyük oranda dağılmış olması, önder kadroların büyük bir bölümünün daha başlangıç itibarıyla tutsak düşmesi (ki bu devrimci yapıların en büyük zaaflarından biridir) ve daha birçok öznel ve nesnel nedenden dolayı 12 Eylül süreci, devrimci güçlerin yenilgisiyle sonuçlandı.

78’li yıllar denilen 12 Eylül öncesi günlerde devrimci yapılar bu günkü kuşağın hayal bile edemeyeceği bir kitleselliğe sahipti. Devrimci Yol, TDKP, Kurtuluş ve ayrı bir kulvarda olmasına rağmen TKP en geniş kitleselliğe sahip yapılardı. Öyle ki bunlardan sadece birisinin, örneğin Devrimci yolun kitleselliği bu gün tüm devrimci sosyalist yapıların kitlesine denk düşer dersek, sanırım abartmış olmayız. O günlerde yapılan günlük sohbetlerde Devrimci Yol, TDKP, Kurtuluş hareketlerinin güçlerini birleştirmesi halinde hızla gerçekleşecek bir devrim olasılığı üzerine konuşulurdu. Elbette devrim denilen şey günlük sohbetlerde dile getirilen özlem ve istekler kadar basit bir şey değildi ama kitlelerin ruh hali buydu. Devrim uzak bir olasılık olarak değil, her an olması mümkün bir durum olarak görünüyordu. Kitleler bu güne kıyasla çok daha politik ve militan özelliklere sahipti. Yapılarla taban arasındaki ilişki, birçok örgütlenme aracı ve mücadele biçimiyle sağlanan canlı bir ilişkiydi.

Uzun lafın kısası 78’li yıllar devrimci yapıların bu ülke tarihinde en geniş kitle tabanına sahip olduğu yıllardı. Ne var ki 12 Eylül’den kısa bir süre sonra bu kitleden geriye pek bir şey kalmadı. Sindiler, kendi kabuklarına çekildiler hatta devrimcilerden uzak durmaya başladılar. Bunda 12 Eylül faşizminin 12 Mart’tan farklı olan saldırı biçiminin rolü inkar edilemez. 12 Mart, saldırısını daha çok devrimcilere ve öne çıkmış bazı devimci aydınlara yöneltirken, 12 Eylül faşizmi, devrimcilerle birlikte tüm halk kesimlerine yüklendi. Onları ezdi, sindirdi ve pasifize etti. 12 Mart’ta halk kesimleri fazlaca zarar görmedi. Savaş daha çok devrimci güçlerle oligarşi arasındaki bir savaş olarak göründü. 12 Eylülde ise devrimci güçlerle birlikte, tüm halk güçlerine yönelik amansız bir saldırı halini aldı. Ve bu sefer oligarşiye karşı savaşacak olan devrimci güçler çok fazla bir varlık gösteremedi. 12 Eylül’den çok kısa bir süre sonra, o milyonlarla ifade edilen kitle tabanından da geriye fazla bir şey kalmadı.

Faşizmin baskı ve zulmü karşısında örgütsüz kitlelerin tavrı çoğu zaman karşı bir tepki olmaz. Daha çok yaşanılan şey, geri çekilme ve pasifize olmadır.  Kitlelerin ne zaman “cahil, cesur, korkak, hâkim” olacakları ne zaman “düşmanı meydanda koyup evlerine kaçacakları” nesnel koşullar kadar öznel koşullarına yani örgütlülük durumlarına bağlıdır. Tarihin bir döneminde oldukça cesur olan halk kitleleri, bir başka dönemde inanılmaz korkak olabilirler. Ve meydanı düşmana bırakıp evlerine çekilebilirler. O zaman meydan, eğer varsa halkın öncü güçleriyle, düşmanın karşı karşıya kaldığı bir savaş alanına döner. Evlerine çekilenlerin yeniden dışarı çıkıp çıkmayacaklarını belirleyen de tam bu süreçtir. Evlerine çekilenlerin bu çekilişi, düzene karşı olan hoşnutsuzluklarının ortadan kalktığı anlamına gelmez. Düşmanın pervasız saldırıları, baskı ve zulmü karşısında yılmış, dağılmış kendi güçlerine olan güvenlerini, umutlarını kaybetmiş ve kelimenin gerçek anlamıyla korkmuşlardır. Bir süre izleyici durumunda kalırlar. O ana kadar kendilerini örgütlemiş ve öncülük yapmış olanların durumu da izlenenler arasındadır. Böylesi bir süreçte güçlü bir devrimci öncü varsa ve faşizmin saldırıları karşısında önce sağlam bir direniş/savunma hattı kurup, ardından faşizmi gerileten bir mücadele çizgisini ortaya koyabilirse; kitleler yavaş yavaş kapılarını aralamaya, kıyısından köşesinden mücadeleyle ilişkilenmeye başlarlar. Bu birdenbire olmaz, önceleri ürkek ve temkinlidirler. Öncünün düşman karşısında mücadeleyi sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda emin değildirler. Ama süreç ilerleyip öncünün etkin bir güç olarak varlığını sürdürdüğünü gördükçe moralleri düzelip, güvenleri yerine gelmeye başlar ve mücadeleye olan katkıları katlanarak artar. Öncüyle kitle arasındaki bağ var olan koşullara uygun olarak, yeni bir sıçramayla yeniden kurulur.

12 Eylül’ün açık faşizm koşullarında olmayan şey, böyle bir öncünün varlığıydı. Özellikle bizim gibi ülkelerde Öncü güç, mücadelenin başlangıç aşamalarında çok geniş bir kitle tabanına sahip olmadığı gibi, belli bir kitleselliğe ulaştıktan sonra bile, mücadelenin keskinleşen kimi aşamalarında var olan kitle tabanında büyük  daralmalar yaşayabilir. Böylesi bir süreci önceden görüp, tabanın daralması karşısında gerekli tedbirlerin önceden alınabilmesi en doğru yöntem olmasına rağmen bu her zaman mümkün olmayabilir. Bunu bilen devrimci öncü, kitle ilişkilerindeki en olumsuz koşulları da göz önünde bulundurarak, kendi özgücünü, sertleşen ve zorlaşan sınıf mücadelesi koşullarına göre düzenler. Kadroların istihdamı, lojistik ve askeri hazırlık, illegalite koşullarına uygun örgütlenme, mevzilerin yeniden düzenlenmesi, ana stratejiye bağlı olarak taktiklerin yeniden belirlenmesi vb… Bunların yapılabilmesi için yaklaşan koşulların önceden öngörülebilmesi kadar buna uygun bir mücadele anlayışına da sahip olmak gerekir. Devrimciler 12 Eylül’ün gelişini önceden görebildi ama bu öngörüye uygun pozisyon alma becerilemedi. Faşizmin azgın saldırıları karşısında dağılmış, korkmuş ve geri çekilmiş halk kitleleri, faşizme karşı güçlü bir direniş gösteren devrimci bir öncüyü göremediler. Gittikçe düzene entegre olarak “kendi gemilerini kurtarmanın” derdine düştüler.

12 Eylül öncesinin nispetten daha elverişli koşullarında devrimci mücadelenin kazandığı kitlesellik, kendiliğinden mücadelenin gelişkinlik düzeyi,72 devrimcilerinin bıraktığı miras olarak, halk kitlelerinin devrimci mücadeleye duyduğu sempati ve politikleşme ortamı içinde yaşanan rehavet içinde, değişik biçimlerde yaygınlaştırılan taban örgütlenmeleriyle gittikçe genişleyen yatay örgütlenme karşısında, ihmal edilen yan, partiyi hedefleyen merkezi örgütlenme çalışmaları oldu. Bu durum solun bir kısmı için anlaşılır bir şeydi. Ama özellikle ülkeyi yarı/yeni sömürge ve devlet biçimini faşizm olarak tespit edip silahlı mücadeleyi ve illegal örgütlenmeyi temel aldığını söyleyen yapılar için tartışmasız bir zaaf haliydi. 12 Eylül Faşizminin çetin mücadele koşulları içinde gerek halk kitleleri gerekse kendini mücadeleye adamış devrimci kadrolar için yokluğu hissedilen en önemli şey, merkezi bir örgütlenmeye sahip, işçi sınıfının emekçi halk kitlelerinin politik kurmaylığını yaparak mücadeleyi organize edecek olan, proletaryanın öncü savaşçı partisiydi. Böyle bir partinin olmadığı koşullarda ise: “Siyasi mücadeleyi her durumda ve her şart altında yürütebilecek güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerin aydınlattığı ve kararlılıkla uygulanan sistemli eylem planı diye bir şey söz konusu olamaz..." dı (Lenin- Ne Yapmalı)

12 Eylül Faşizminin ağır baskı koşullarının göreceli olarak azalıp, sınıf mücadelesinin ufak ufak kıpırdanmaya başladığı günler geldi. 1989 Bahar Eylemleri,1991 Zonguldak Madenciler Yürüyüşü, Üniversitelerde öğrenci hareketlerindeki yükseliş vb. Devrimci mücadelenin yeni bir ivme kazanmasını sağladı. 12 Eylül’ün hemen sonrasında oldukça yaygın olan “bu halktan bir şey olmaz” anlayışının yerini, yeniden halk kitleleriyle bağ kurma “kitleselleşme” sorunu aldı. İçinden yeni çıkılan süreçte yenilginin en önemli nedenlerinden birisinin, öncü partinin yokluğun olduğu unutularak (ve unutturularak) sorunun kitlelerle kurulan ilişkilerin sağlıksızlığından kaynaklandığı  ve bundan 12 Eylül öncesi devrimci yapıların katı merkeziyetçi ve bürokratik işleyişlerinin sorumlu olduğu biçiminde bir anlayış sola hâkim olmaya başladı. Yenilgiden çıkartılan ders, yenilginin bize öğretmesi gerekenin tam tersi oldu. Yatay örgütlenme modelleri, kanatlı parti tartışmaları, Kuruçeşme toplantıları, kitle partisi çalışmaları, ML parti anlayışının sorgulanması vs... Devrimci bir partinin yokluğu bir eksiklik olarak görülmek yerine, varlığı bir sorunmuş gibi gösterildi. Yenilgi öncesi sahip olunan o milyonlarca kitleye yeniden sahip olmanın en büyük arzu haline geldiği bir kitle fetişizmi ortalığı sardı ve gittikçe egemen anlayış haline geldi. Bu anlayışa karşı direnmeye çalışan devrimci anlayış büyük ölçüde tasfiye edilirken, kalanlar solun azınlığını oluşturdular. Bir çok sağ sapma anlayış tarafından devlet ağzıyla “marjinal gruplar” olarak nitelendirildiler. Geçmişte solun en kitlesel hareketleri dediğimiz yapılar Devrimci yol, TDKP, Kurtuluş gibi devrimci hareketler, kitleselleşme adına “değişen koşullara” uygun olarak  geniş ölcüde tasfiye edilerek yerlerini yasal “kitle partilerine” bıraktılar.

Yıllar yılları izledi, yasal partiler kuruldu, kültür merkezleri açıldı, dernekler çoğaldı, sendikalardaki faaliyetlere ağırlık verildi. Kampanyalar, mitingler, basın açıklamaları, konserler, şenlikler birbirini izledi. Parlamentoya milletvekili sokup “halk için kürsüden yararlanmak” adına seçim ittifakları yapıldı. Yerel seçimlerde belediye başkanlıkları için uğraşıldı. Kısacası kitleselleşmek için her yolu denediler…
Bütün bu çabalara rağmen, ne 12 Eylül öncesinin geniş kitleselliğine ulaşılabildi ne de sosyalistlerle halk kitleleri arasındaki bozulan ilişkiler düzeltilebildi. Zaman zaman kendiliğinden gelişen emek ve demokrasi mücadeleleriyle ortaya çıkan yükseliş, yine kendiliğinden bir biçimde düştü. Sol yapılar adeta üstüne binecekleri bir dalga bekleyen sörfçüler gibi, kendiliğinden gelen dalgaları bekler oldular. 90’ların ortasından sonra sınıf mücadelesi ve bir bütün olarak sol, hızla irtifa kaybetmeye başladı. Ama sol yapıların sınıf mücadelesi içinde geri düşüşleri sınıf çelişkilerinin düşüşü anlamına gelmez. Biriken ve keskinleşen çelişkileri doğru tahlil edemediği için, doğru mücadele yöntemlerini kullanamayan sol sınıf mücadelesinin aktif bir öznesi olmaktan çıkarken, sınıf mücadelesi biriken çelişkileriyle, kendiliğinden dinamikler üzerinde yükselir.

Ve öyle de oldu. Sınıf mücadelesi görünüşte kendi rutininde sürerken Haziran/Gezi direnişi patladı. Türkiye sınıf mücadelesinin yakın dönemdeki en güçlü ve kitlesel direnişlerinden bir olan Haziran direnişi sistemin yarattığı çelişkilerin biriken enerjisinin güçlü bir patlaması olarak ortaya çıktı. Bu biriken ve keskinleşen çelişkileri doğru tahlil edip bunlara uygun mücadele yöntemlerini uygulamak ve bu biriken enerjiyi devrimci mücadeleye kanalize etme yetenek ve gücünden yoksun olan sol yapılar, öncüsü olamadıkları bir hareketin destekçisi olarak Haziran Direnişinde yerlerini aldılar. Sol diye nitelediğimiz homojen olmayan tanımlamanın içindeki sağ sapmayı temsil eden geniş bir kesim direnişi sağa çekmeye gayret ederken, devrimci güçler bunun önünde bir set oluşturarak mücadeleye militan bir karakter kazandırmak için çaba harcadılar. Nicelik olarak az olmalarına rağmen nitelik farklarını ortaya koyarak bunda belli ölçüde başarılı da oldular. Haziran direnişi bir yandan bu iki ayrı anlayışın arasındaki gerilimi de yaşayarak varabileceği son noktaya ulaşarak yavaş yavaş sönümlendi. Varabileceği en son nokta, kendiliğinden bir hareketin varabileceği son noktaydı. Haziran Direnişi üzerine çok şeyler yazıldı ve söylendi ve daha da söylenecek ama Haziran günlerinde Lenin’in şu sözleri bizim beynimizin içinde dönüp durdu: 
Örgütlenmiş güçlü bir partimiz olsaydı bir tek grev, politik bir gösteriye, rejime karşı politik bir zafere dönüşebilirdi; örgütlenmiş güçlü bir parti olsaydı bir tek yerdeki ayaklanma, başarılı bir devrime yol açabilirdi.”

12 Eylül’ün öngünlerinde bu ülkede yaşayan herkes tarafından şu veya bu şekilde öngörülen şey askeri bir darbeyle faşizmin açık icrasına geçileceğiydi." Dediğimiz yeri anımsayarak bu güne dönelim. 
Uzun zamandır ülke, Emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının gelmiş geçmiş en iyi temsilcilerinden biri olan AKP aracılığıyla, açık faşizm koşullarına doğru adım adım ilerleyerek bu güne geldi. Bu gün yaşanılanlar bir çoğumuz tarafından öngörüldü ve yaşanılan birçok şey bizler için bir sürpriz değil. İktisadi ve politik nedenleri ortaya konularak gidişatın nereye doğru olduğu söylendi. Şimdi bu öngörüler bir bir gerçekleşiyor. İçinde bulunduğumuz koşulları yeniden tarif etmeye gerek yok, her gün yazılıp çiziliyor ve yaşanıyor. Baskıların gittikçe artarak genişleyeceğini söylemek için de kâhin olmaya gerek yok. Kimseyi karamsarlığa sürüklemek gibi bir niyetimiz yok ama 12 Eylül koşullarından daha ağır koşulları yaşama ihtimalimiz oldukça yüksek. Hem bu sefer daha güçsüz ve zayıf olarak. Karşımızda iç savaşı göze almış ve buna uygun olarak hazırlanmış bir düşman var. Legal mücadele olanaklarının tamamen ortadan kalktığı, temsili demokrasinin ve kurumlarının fiilen ortadan kaldırıldığı, halk kitlelerinin korku ve yılgınlıkla hızla geri çekilmeye başladığı koşullarda olacak olan şey, kırk yıl önce olmuş olan şeydir. Devrimci sosyalist güçlerin, karşı devrim güçleriyle savaş meydanında baş başa kalması. Böylesine bir savaş durumunda uzun yıllardan beri sola hakim olan mücadele biçimlerinin: Basın açıklamaları, mitingler, yasal partiler, parlamento vs. hiçbir pratik karşılığının olmayacağı ortada. Ayrıca uzun zamandır legal ve yarı legal koşullar içinde yukarıda saydığımız biçimler içinde mücadele eden kadroların ( aslında bu kadroların bizim anladığımız devrimci kadro niteliğinin çok uzağında olduğunu söyleyelim) böylesi koşullarda yapabileceklerinin sınırları da belli. Fazla seçenek yok; ya karşı devrimin savaş ilanı kabul edilmeyip geri çekilme ki bu tam bir teslimiyet anlamına gelir ya da bu halimizle savaşı kabul edip doğru dürüst savaşma olanağı bile bulamadığımız hızlı ve ağır bir yenilgi.

Uzun zamandan beri gidişatın nereye doğru olduğunu öngören sosyalist devrimciler, bir kez daha bu öngörünün gereklerini yerine getiremeyip, hazırlıksız yakalanma durumuyla karşı karşıya. Şu anda bir kez daha öncü savaşçı bir partinin yokluğunun yakıcı bir biçimde hissedildiği ve gücümüzün tarihimizdeki en zayıf durumda olduğu koşullarda zorlu bir sınıf mücadelesinin tam ortasındayız.  Mücadelenin neredeyse her gün değişen günlük gelişmelere göre yönlendirildiği ve enerjinin bu koşuşturma içinde heba edilerek tüketildiği sıkıntılı bir durumdayız. Dönüp dönüp aynı yere geldiğimiz ama her seferinde biraz daha gerileyip sınırlı mevzilerimizi de kaybettiğimiz bu durum, sol saflarda bir bıkkınlık ve karamsarlık havasını da yaratmaya başladı. Bütün elverişsiz koşullara ve daralan zamana rağmen hala durumu tersine çevirme olanakları var. (sınıf mücadelesinde bu olanaklar her zaman vardır. Sorun doğru halkayı yakalayabilmektir) Öncelikle; çubuğu hızla tersine bükerek uzun zamandır sola hakim olan düzen içi alanla sınırlanmış ve sürdürülmesinin ancak nispi demokratik koşulların varlığına bağlı olduğu mücadele biçimlerinden, karşı devrimin fiili zoruyla karşı karşıya gelmeye uygun örgütlenme anlayışı ve mücadele biçimlerine geçiş için, kendi sınırlı gücümüzü azami düzeyde zorlayacak bir iradeyi ortaya koymak gerekiyor.

 Kısa vadede amaç; karşı devrimi bozguna uğratmak değil, bozguna uğramadan direnebilmek için aktif bir savunmanın koşullarını oluşturmaktır. Başlangıçta nicelikten daha önemli olan nitelik olacak. Mücadele tarihi bize çeşitli defalar nicelik olarak küçük olmasına rağmen,nitelikli bir örgütlenmenin düşmanın saldırıları karşısında direnmeyi başararak nitelikli bir çoğunluğa ulaşabildiğini göstermiştir. Kabul etmek gerekir ki uzun yıllardır sola hâkim olan anlayışın, mücadele ve örgütlenme biçimleri açısından yarattığı “alışkanlıkların” bir anda ortadan kaldırılması mümkün değil. Hatta bunların birçoğu bu konuda çizgilerinden kesinlikle ödün vermeden bildikleri yolda yürüyeceklerdir. Ama şu anda azınlık durumunda olan fakat mücadele ve örgütlenme anlayışı bakımından devrimci damarı temsil eden kesimler bütün eksiklik ve zaaflarına rağmen oluşturulması gereken devrimci direniş hattının potansiyel gücünü oluşturuyor.

Kırk yıldan beri bir türlü kitleselleşemeyen kitle çalışmalarının, her geçen gün biraz daha azalan sayılarla yapılan basın açıklamalarının, kapalı salon toplantılarının, bir türlü halkın içinde devrimci kültürün yaygınlaşmasını sağlayamayan kültür merkezlerinin, söylemlerindeki bütün popülist halkçı dile rağmen halktan turist muamelesi gören solculuğun, devrimci örgüt, devrimci şiddet, illegal mücadele gibi kavramları literatüründen kaldırmış bir “devrimciliğin” işçi sınıfıyla olan ilişkisini sendikalizmle sınırlamış bir anlayışın kırk yıllık pratiğinin sonuçlarını referans alırsak; böyle bir anlayışın sınıf mücadelesinin zorlu geçitlerinde hiçbir şansının olmadığı açıktır. Şimdi çubuğu yasal partilerden devrimci örgüte/partiye, sivil toplum örgütlenmelerinden devrimci kitle çalışmasına doğru hızla bükme zamanıdır. Yoksa tarih bizi bir kez daha affetmeyecek. Gün, günü kurtarma zamanı değil, geleceği kurtarma zamanıdır.


Yanlış anlamayı engellemek için son bir not düşelim. Yazdıklarımızdan kitle çalışmasını önemsemeyen kapalı devre bir dar kadro çalışmasını savunduğumuz anlaşılmasın. Tam tersine kitle çalışmasını çok önemsiyor, öncü ve kitle arasındaki ilişkinin hayati bir öneme sahip olduğuna inanıyoruz.Ama kitle çalışması dediğimiz şey bu çalışmayı yürüten siyasal örgütlenmenin devrim anlayışı ve mücadele tarzına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu anlayış ise, sınıfsal bakış açısından ayrı düşünülemez.Belirli bir devrim anlayışı ve devrim stratejisi olmayanın devrimci bir kitle çalışması anlayışı da olamaz. 
Kitle çizgisi, Marksist hareketin bel kemiğidir. Marksist hareketi her çeşit küçük burjuva hareketinden ayıran bir settir, kitle çizgisi.”(M Çayan)
ML kitle çalışması ülkenin özgün koşullarına göre belirlenmiş devrim stratejisinin değişen aşamalarına göre  farklılıklar gösterir. Her zaman ve her koşulda geçerli bir kitle çalışması yoktur.  kitle çizgisi mücadelenin herhangi bir aşamasının herhangi bir evresinde, o evrenin şartları altında, çıkarları devrimde olan yığınlara dışarıdan verilecek olan bilincin biçim ve özelliklerini, taktik ve şiarların niteliğini tayin eder.” (m. çayan)
 Küçük burjuva reformizmin kitle çalışması diye yutturduğu kitle kuyrukçuluğunun stratejiden yoksun ve kendini tekrarlayan "yaratıcı" taktiklerinin yaratığı tahribata karşı tek alternatifin devrimci kitle çalışması olduğunu ısrarla söyleyerek. Rosa Luxemburg’la noktalayacak olursak: “Çoğunluk olduktan sonra devrimci taktiğe geçilmez, tersine devrimci taktikle çoğunluk olunur”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder