28 Şubat 2012 Salı

DEVRİMİN NESNEL KOŞULARI VE SUBJEKTİF DURUMUMUZ/ BORA KARA

Marksizmin ustalarına baktığımız zaman onların kendi teorilerini geliştirirken bu sürece polemiklerin büyük katkı sağladığını görürüz. Gerek marks ve engels gerekse Lenin büyük birer polemik ustasıydılar.Polemikler onlar için sadece karşı tarafın düşüncelerini çürütmeyle sınırlı kalmıyor kendi düşüncelerinide bir üst noktaya sıçratma, geliştirme işlevi görüyordu. Her tartışma konusu aynı zamanda başlı başına bir araştırma konusuydu. Ve her kapsamlı araştırma o zamana kadar var olan bilgilerin yeniden gözden geçirilip daha gelişkin olarak bir üst noktaya sıçramasıydı. Bu aynı zaman da sadece tartışmaların birincil kişlerini değil, dışındaki izleyicilerinde bir süre sonra tartışılan konuları kendi çaplarında araştımaya ve tartışmanın tarafları katılımcıları olmalarını sağlayan "kışkırtıcı" bir görev görüyordu.

Kendi adıma söyleyecek olursam kendi gelişimimde de 70'li yılların polemiklerinin büyük katkısını gördüm. Siyasi yapılar arasında yapılan yoğun tartışmalar sadece dergi sayfalarında kalmıyor sempatizanından kadrolarına kadar tüm devrimci kitleye yayılıyordu.70'li yıllar bir çok sorunun ciddi bir biçimde tartışıldığı bir dönemdi. Bu tartışmalarda dergilerin orta sayfalarında zehir zemberek bir dille yayınlanan polemik yazılarındaki dili belki bu gün biraz yadırgayabiliriz ama o yazılar bizi yoğun bir biçimde tartışmaların içine çekiyordu. Güne hakim olan anlayış marksizmi aşma değil marksizmi kavrama idi.Onun için kafana göre konuşamıyor, " ben söyledim oldu" diyemiyordun. Adamın kafasına ML klasikleri vuruveriyorlardı.
 Kadro olmakta oldukca ciddiye alınan bir işti, bu nitelemeyi hak edebilmek için bağlı olduğun siyasi yapıyı her yönüyle temsil edebilecek durumda olmalıydın, bu yüzdende kendini her yönüyle geliştirmek zorundaydın. Sempatizanlık bile belli bir gelişkinlik istiyordu, savunduğun siyasi yapıyı az çok bilmek zorundaydın. Çünkü o polemik yazıları daha yazıldığı anda hayatın içinde yaygınlaşan bir tartışma olarak karşına çıkıveriyordu. O tartışmalar dergilerde kalmıyor hayatın içindeki hararetli hatta bazen fazla hararetli tartışmalar olarak sürüyordu. Kendi adıma o dönemin polemik yazılarının kışkırtıçılığı ile sabahlara kadar dergileri kitapları karıştırarak kendimi ertesi günkü tartışmalara hazırladığım çok oldu. Sadece kendi siyasi hareketimizin başkalarıyla yaptığı tartışmaları değil, diğer siyasi hareketlerin birbirleriyle yaptığı tartışmaları da merakla izlerdik. O dönemin tartışma yöntemleri hakkında eleştirel düzeyde bir çok şey söylenebilir. Örneğin yoğun bir rekabet havasında geçtiği, Sosyalist teoriye genel bir objektivizmle bakmak yerine kendi siyasal öznelliğinin tutuculuğu ile bakıldığı... Örneğin Emperyalizmi öğrenmeden "sosyal emperyalizmi" "emperyalizmin 3 bunalım dönemini" öğrenmek gibi" ama önünde sonun da Emperyalizm kitapının kendisi de okunmak zorunda kalınıyordu.

Marks'ın engels'in polemikleri bize bu günde ayrı bir heyecan veriyor. Lenin'in adeta bir virtüöz gibi ekonomistlerden, liberallere, anarşistlerden sosyal şovenlere kadar geniş bir alanda sürdürdüğü ideolojik mücadeledeki o kendine özgü diliyle yaptığı polemikleri hayranlıkla okuyoruz. Polemiklerin en büyük özelliği içinde karşıtı ile birlikte birden fazla düşünceye yer vermek zorunda olmasıdır. Yani belli bir konuda kendi düşüncelerini teorileştirip yayınladığın bir ürün değildir. Bir başkasının (ya da başkalarının) düşüncelerinin eleştirisi üzerinden yükselir.Bu yüzden eleştirdiğin düşünceyide ortaya koymak zorundasındır. Dolayısıyla karşı tarafında sana karşı eleştiri ile gelmesi kaçınılmazdır. İşte bu tekrarlanan karşı eleştiriler içinde tartışmanın birinçil özneleri durmadan kendilerini geliştirmek zorunda kalırken tartışmanın dışındaki özneler de iki farklı anlayışın birbirlerini didik didik ederek belki düz bir yazıda göremiyecekleri\ farkedemiyecekleri bir çok ayrıntı ve karmaşanın da kendini ortaya koyduğunu görürler.Bu teorik düşünmede, düz mantıktan daha karmaşık düşünmeye geçişi sağlar.Burada kısaca özetlemeye çalıştığım ve ayrıntılarına girmeye gerek görmediğim bir çok nedenden dolayı siyasal ve teorik gelişim açısından polemik yazılarını önemsiyorum.Ve günümüzde geçmişe kıyasla bunların oldukca azalmış olmasını bir eksiklik olarak görüyorum.Bundan ötürü, blogumuzda son bir kaç yazıyla başlayan tartışmaları önemsiyorum. Yeter ki tartışmak için tartışmak haline dönüşmesin. Yeter ki basit reddiyelerden oluşan, ve ne yazık ki sosyalist tartışma kültürüne  şu veya bu biçimde bulaşmış olan rekabetci kültürün nesnelliği yitiren, öznellikle malül dar sınırları içine düşülmesin. Blogta yazan arkadaşların bu konudaki siyasi olgunluklarına güvendiğimden yıpratıcı değil geliştirici tartışmalar olacağına inanıyorum. İçimizde "meşhur teorisyenler" yok. (onların çoğu uzun zamandır başka kulvarlarda koşturuyorlar) Her birimiz birikimlerimiz yettiği, dilimiz döndüğü ölçüde katkılarımızı koymaya çalışıyoruz.
Ve elbetteki her birimiz farklı siyasi yapılanmalar içinden geliyoruz. Ve ideolojik şekillenişimiz her birimizin tarihsel siyasi gelişiminden bağımsız değil.Bu satırların yazarının değişik yerlerde yazdığı yazıları okuyanlar bilir siyasal kökleri THKP-C ve Devrimci Yol'a dayanır ideolojik şekillenmesinde de bu geleneğin belirleyici etkisi görülür.Bundan da hiç şikayetçi değildir. Bunu derken eklemeyi unutmayalım, kendi siyasal geçmişini sahiplenirken aynı zamanda aynı geçmişin eleştiricisi olmayı da elinden geldiğince becermeye çalışır. Mahiri savunur, ama devrimci mücadelenin tüm sorun ve çelişkilerini toplu yazılarda bulmaya çalışmaz. Demem odur ki tartışmalarda kaçınılmaz olarak her birimiz kendi düşüncelerimizi kendi siyasal şekillenişimize uygun olarak ortaya koyacağız. Yani gerektiği zaman ve gerektiği şekilde Bora Kara'nın yazılarında Devrimci Yol'a ya da Mahir'e göndermeler olacak.Yine aynı şekilde bir başka devrimci önderin ya da devrimci bir siyasi yapının düşüncelerine gönderme yapılması benim için bir olumluluk nedenidir. Bunları yazıyorum çünkü son yazılarda kısmen de olsa böyle bir sıkıntı seziliyor. Camkırığı arkadaşımızın, Zozan Kara ile olan tartışma yazıları böyle bir sıkıntıyı hissettiriyor.Sıkıntı olarak görülen şey bir olumluluk olabilir.
  "Öncelikli olarak değinmekte fayda var:Kurtuluş savaşının aslında ne olduğunu, Kemalizmin sınıf tahlilini net sunan ve Kürt sorununda ulusların kendi kaderini tayin hakkının Kürtler için açık ifadesini koyan kömünist önder İbrahim Kaypakkaya; türkiye devrimci tarihinde dönüm noktasıdır.Bu sebeple türkiye de devrimci durum ve süreç tartışılırken onun adını anmaktan kaçınmak doğru olmayacaktır."
Diyerek öncelikli bir vurgu yapmak gereği duymuş camkırığı dostumuz. Bütün ideolojik farklılıklarımıza rağmen, " Bu sebeple Türkiye de devrimci durum ve süreç tartışılırken onun adını anmaktan kaçınmak doğru olmayacaktır" sözlerinin altına imzamı atarım. Bu blogta yazanların ortak kesişeni devrimciliktir. Bu yüzden Türkiyedeki devrimci çıkışın önderleri olan Deniz,İbo ve Çayanın devrimcilerin ortak değeri oldukları tartışılmazken ekleyelim; Devrimci mücadeleye gerçekten devrimci bir tarzda katkı koymuş, devrimci damarın akmasını sağlamış tüm devrimci yapılar ve devrimciler bizim ortak değerimizdir. Devrimci yapıların birbirleriyle olan farklılıkları kadar benzerlikleri de oldukça fazladır. Derdimiz bu benzerliklerin devrimciliğin toplam havuzuna akmasını sağlamaktır.
                     *                                                 *                                                   *
  "Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukardan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir."Mahir Çayan dan yapılan bu aktarmadaki bir çarpıklık göze çarpmıyor mu? Devrim tanımı bu mu olmalı "daha ileri bir üretim düzeni" bunun için mi can bedeli mücadele ediyoruz yani!! Devrim üzerine çok daha fazla düşünmeliyiz anlaşılan. Determinist-ekonomist bakış açısının marksist saflarda sıkça gözlendiği açık." - Camkırığı-

Öncelikle bu alıntının tamamını koyalım;
 ""Devrim politik iktidarın ele geçirilmesidir; veya devrim bir üretim tarzından bir ileri üretim tarzına geçiştir" şeklinde karşı karşıya getirilmeye çalışılan bu iki tanım, kendi başlarına hem doğru, hem de eksiktir; ve eksik oldukları için de yanlıştır. Marksist devrim teorisinde böyle karşı karşıya getirilen bir ikilem yoktur. İktidar meselesi her devrimin ana meselesidir; ama bütünü değildir. "Proletarya ve müttefiklerinin iktidara el koymasıdır" şeklindeki devrim tanımı tek başına eksiktir ve dolayısıyla her eksik tanım gibi yanlıştır. Tarihte proletaryanın iktidarı ele geçirdiği halde sosyal dönüşümü sağlayamadığı, Paris Komünü gibi pek çok devrimci girişimi olmuştur. Bu tanıma göre bütün bu hareketleri devrim saymak gerekecektir. Aynı şekilde ikinci kavram da eksik olduğu için nitelik belirleyici değildir. Bu tanıma göre "yukarıdan devrim"le Almanya'yı feodalizmden kapitalizme yükselten Bismarc yönetimini devrimci saymak gerekecektir. 
      Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilâl sürecini öngörmektedir. Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir. - Mahir Çayan-
 Yazı bütünlüğü içinde okununca kendine neyi anlatmayı dert edindiği de daha iyi anlaşılıyor. Mahir'in yazısı tam da çam kırığının da sorun olarak gördüğü determinist-ekonomist düşüncelerle yapılan tartışmalar içinde yazılmıştır. Mahir aynı sayfada  "Marksist devrim teorisi hem determinist hem de (iradecidir) volantiristir. Bu ikili yön diyalektik bir bütün oluşturmaktadır" diye ısrarla vurgular. Döneminde yapılan   
tartışmalar da muhatap, ülkede elli yıllık bir hakimiyete sahip olan ekonomik otomatizm diye adlandırabileceğimiz revizyonist anlayıştır. Yapılan tartışmaların içinde politik devrim, sosyal devrim tartışmalarıda vardır. Ve bu kesimlere göre o dönemin devrimci anlayışları "nesnelliği yok sayan iradeci, blankizm benzeri " anlayışlardır. Hatta 80 sonrası dönemde bu sefer olumlu bir özellik atfederek 71 devrimcileri jakoben-blankist anlayışın Türkiye'deki temsilcileri olarak  gösterilipYalçın Küçük çevresi tarafından "onore" edilmeye çalışılmıştır. Yani özelde THKP-C'ye genelde 71 devrimci hareketlerine yöneltilen eleştirilerin yönelimi ekonomizm değil, iradeci oldukları yönündedir.Aslında bu düşünce, revizyonizmin çarpıtmaları dışında ele alındığında doğrudur.71 devrimci geleneği aynı zamanda devrimci iradenin ortaya konuluşudur.
Devrimin maddi temellerini elbetteki ileri bir üretim tarzı oluşturur.Ama devrimin sadece ileri bir üretim tarzı olmadığı da doğrudur.Hele ki sözünü ettiğimiz sınıfsız topluma giden bir devrimse bir sınıflı toplumdan diğer sınıflı topluma geçişlerden çok daha farklı özellikler içerir.Uzun ve karmaşık bir süreç içinde alt ve üst yapıda kesintisiz olarak devam eden bir süreçtir devrim. Ve belli bir geçiş dönemi boyunca daha çok üst yapının belirleyici olacağı bir özellik içerir. Çünkü başlangıçta ortada oluşmuş bir alt yapı yoktur. " Proletarya, daha doğrusu öncü müfrezesi bu zıtlığı çözümlemek için devrimci sınıfları kendi tarafına çekerek, ileriye fırlar, karşı tarafın baskı ve cebrini devrimci şiddet ile bertaraf edip, eski devlet mekanizmasını parçalayarak, kendi politik hegemonyasını  kurarak, kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar." -mahir- sürecin belli bir aşamasına kadar üst yapı belirleyici bir öneme sahiptir ( yani belli bir döneme kadar ortada ileri bir üretim tarzı filan yoktur) sosyalist ekonomi -alt yapı- oluştukça belirleyici olmaya başlar.  Çamkırığı, sosyalizmin bir ekonomik kalkınma anlayışı gibi algılanmasından kaygı duyuyor ki bu kaygısında haklıdır.Sosyalizmi böyle anlayan anlayışlar oldukça yaygın olduğu gibi , yaşanmış sosyalizm deneylerinin belli bir sürecinde bu sakatlıklar "barış içinde yarışlarla" kendini ortaya koymuştur.Devrim uzun soluklu, kendi içinde değişik aşamalar taşıyan, bu aşamalara göre farklı görevlerin öne çıktığı, inişli çıkışlı ve bir yığın karmaşık sorunları içeren zorlu bir süreçtir. Bu yüzdendir ki iktidarın alınması devrimin sadece başlangıcıdır.Bu zorlu süreç içinde devrim alt ve üst yapı arasındaki diyalektik bütünlük içinde sürdürülür. Süreçin değişik aşamalarında çubuğun bir diğer tarafa biraz daha fazla büküldüğü anlar olur.Yukarıda da dediğimiz gibi başlangıç dönemlerinde üst yapı daha baskın bir özellik taşırken, ilerleyen süreçte alt yapı belirleyiciliğini ortaya koymaya başlar ki bu da üst yapıdaki dönüşümlerin madi zeminlerini yaratarak bu alanda verilen mücadeleyi kolaylaştırır. Ve bu yeniden alt yapıya yansır... Elbette bu düz mekanik bir süreç olarak algılanmamalı diyalektik bir ilişki olarak kavranmalıdır."İleri bir üretim tarzının" oluşturulması devrimin nesnel gerçeğidir, ama bu devrimin amacı olarak anlaşılıp kendisi için bir amaç haline dönüşürse nesnel gerçeklik "nesneleşmeye" dönüşüp öznesini yitirir. Oysa ki devrim devrimci öznenin değiştirirken değişmesinide zorunlu kılar. İktisadi temelde yeni bir üretim tarzının yaratılması aslında yeni bir insan ve ilişkilerinin yaratılması koşullarını amaçlar. Devrim aynı zamanda devrimci öznenin kendisininde "arınması" "temizlenmesidir"
 "Yığın içinde (...) komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması [bir] zorunlu[luk] olarak kendisini oraya koyar böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle bir DEVRİMle yapılabilir; bu devrim demek ki yalnızca EGEMEN sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır ÖTEKİNİ DEVİREN sınıfa eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur" "Tarihin dinin felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil devrimdir" A. İdeolojisi

 Yine Marks'la noktalayacak olursak; sosyalizm "zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına" geçiştir.
Bunu derken "özgürlüğün zorunluluğun bilinçinde olmak "olduğunu unutmadan.
        *                                                          *                                                   *
"Özetle söylersek, emperyalist hegemonya altındaki bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur. Bu ise devrim durumunun sürekli olarak var olması, evrim ve devrim aşamalarının iç içe girmesi, bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir"Zozan Kara. Öyle mi gerçekten? Dünya devrimleri tarihine bakacak olursak kriz ile devrimin at başı gittiğini görreceğiz: 1917 de kriz ve devrim, 2.dünya savaşında kriz ve devrimler... Krizin olgunlaşmadığı, devrimci dalganın geri olduğu anlarda o silahli mücadeleyi nasıl ve kimlerle yapacaksınız? Ortada sağlam bir öncü yokken, kitle bağları zayıfken, güçler dengesi bakımından en ufak pozitif olgu yokken, halk silahlı mücadeleyi desteklemez hatta karşı durur iken nasıl olacak bu? " - camkırığı-
Mücadele biçimleri ile devrim anlayışı arasındaki ilişkiyi bir kez daha hatırlayarak devam edelim. Devrim anlayışınız kaçınılmaz bir biçimde örgütlenme ve mücadele biçimlerinizi belirler.Zozan'da yazısının bir bölümünde camkırığına cevap verirken "
bu gün devrimcilerle ortaklaşmak için en azından benim koyacağım ilk şart devrimin silahlı mücadele olmaksızın olmayacağıdır, devrim zor yoluyla olacaktır" demiş.Genel bir doğru ama somuta indikçe yetersiz kalacak bir açıklama. Devrim stratejisi birbirinden farklı olan, örneğin sovyet tipi bir genel ayaklanmayı savunan bir anlayışla, halk savaşı stratejisini savunan anlayışın zorun nasıl kullanılacağı ve silahlı mücadeleden ne anlaşıldığı konusundaki yanıtları birbirinden farklı olacaktır. Biraz daha açalım; gerilla savaşını ele alacak olursak, genel ayaklanmaya dayanan bir devrim anlayışında gerilla savaşı süreçin çok ileri aşamalarında yardımcı bir mücadele biçimi olarak ortaya çıkar. Halk savaşında ise sürecin başından itibaren zorunludur genel ayaklanmanın tersine, sürecin ilerleyen aşamalarından sonra ( stratejik denge aşamasının sonlarına doğru) ikincil plana düşer.Bunu özel bir örnek olarak verdik. Biraz daha genişletecek olursak, genel ayaklanma statejisi uzun bir evrim ve kısa bir devrim anına denk düşer. Evrim dönemi dediğimiz dönemde proletarya partisinin çalışma tarzı bellidir. Mao'ya kulak verelim;

 " "İktidarın silah yoluyla ele geçirilmesi, meselenin savaşla halledilmesi devrimin başlıca görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksist-Leninist devrim ilkesi gerek Çin gerekse diğer bütün ülkeler için evrensel olarak geçerlidir.
Ama ilke aynı kalmakla birlikte onun proletarya partisi tarafından uygulanması, değişik şartlara göre değişik  şekillerde ifadesi ifadesini bulur(…) Kapitalist ülkelerdeki proletarya partilerinin görevi uzun bir legal mücadele dönemi boyunca işçileri eğitmek, kuvet toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya hazırlanmaktır.(abç) Bu ülkelerde mesele uzun bir legal mücadele, parlamentodan bir kürsü olarak yararlanmak, iktisadi ve siyasi grevler, sendikaların örgütlenmesi ve işçilerin eğitilmesi meselesidir. Orada örgütlenme biçimi legaldir, mücadele biçimi de kansızdır. (Askeri değildir) (...). Kapitalist ülkelerin komünist partileri kendileri tarafından yürütülen emperyalist savaşlara karşı çıkarlar. Komünist Partilerin vermek istedikleri savaş, hazırlanmakta oldukları iç savaştır. Fakat bu ayaklanma ve savaş burjuvazi gerçekten çaresiz bir duruma gelinceye ve proletaryanın büyük çoğunluğu silaha sarılıp savaşmaya kararlı hale gelinceye ve köylük bölgelerdeki kitleler proletaryaya gönüllü olarak yardım edinceye kadar başlatılmamalıdır. Ve böyle bir savaşı başlatmanın zamanı geldiğinde ilk adım şehirleri ele geçirmek, ardından da köylük bölgelere ilerlemek olacaktır.Tersi değil. Bütün bunlar kapitalist ülkelerin komünist partileri tarafından yapılmıştır ve Rusya'daki Ekim Devrimi ile doğruluğu kanıtlanmıştır. (Mao)· ( vurgular bana ait)
Evet, devrimin zor yoluyla yapılması genel bir doğru.Ama bu zorun ne zaman, ne biçimde kullanılacağı bizzat devrimin gerçekleşeceği mekanın somut tahliline dayalı, somut bir devrim stratejisiyle birlikte ele alındığı zaman sorunun bu kadar da basit olmadığı ortay çıkıyor. Biz yine Mao ile devam edelim;


"Çin ise farklıdır. Çin'in özellikleri, bağımsız ve demokratik değil, yarı sömürge ve yarı feodal olması, içte demokrasi olmayıp feodal baskı altında bulunması ve dış ilişkilerinde milli bağımsızlığa sahip olmayıp emperyalizmin tahakkümü altında olmasıdır....Komünist partisinin buradaki görevi, esas olarak, ayaklanma ve savaşı başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirmek ve ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil tam tersidir.
Emperyalizmin ülkemize saldırmadığı zamanlarda, ÇKP (...) iç savaşa girişir. Emperyalizm saldırdığı zamanlarda ise... bir milli savaşa girişir.
Bütün bunlar, Çin ile kapitalist ülkeler arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Çin'de esas mücadele biçimi savaş, esas örgütlenme biçimi ordudur. Kitle  mücadelesi  ve kitle  örgütlenmeleri de önemlidir... ve küçümsenemezler; ama onların amacı savaşa hizmet etmektir. Bir savaşın patlamasından önceki bütün örgütlenme ve mücadele savaşa hazırlık içindir. Savaş patladıktan sonra ise, bütün örgütlenme ve mücadele savaşla dolaylı ya da dolaysız olarak uyum içinde yürütülür...
Çin proletaryasının partisinin temel görevi, hemen hemen ta başından beri karşı karşıya bulunduğu görev, mümkün olduğu kadar çok müttefikle birleşmek ve şartlara göre, ister içten ister dıştan gelsin, silahlı karşı-devrime karşı milli ve sosyal kurtuluş için silahlı mücadeleler örgütlemektir. Silahlı mücadele olmaksızın, proletaryanın ve Komünist Partisi'nin Çin'de hiçbir ağırlığı olamaz ve herhangi bir devrimci görevi başarıya ulaştırmak imkansız olur" 
 Demek ki sevgili zozan, silahlı mücadeleyi açıklamak için sadece devrimde zorun zorunluluğunu açıklamak yetmiyor. 71 yenilgisinden sonra 71 devrimci hareketlerini eleştiri bombardımanına tutan " silahlı mücadeleye sarılmak yanlıştı" " bu maceracılık, anarşizm, sol sapma vs" diyenlerin içinde devrimin zor yoluyla olacağını inkar eden pek fazla kimse yoktu. Ama bunların neredeyse tamamı devrim stratejisi olarak genel ayaklanmayı savunuyorlardı. Ve doğal olarakta soruyorlardı. 


 "(3-4 Temmuz'da) iktidarı alma kararı verilseydi doğru olmayacaktı. Çünkü ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar yoktu... ( 1 ) Devrimin öncüsü olan sınıfın desteğinden yoksunduk... (2) O zaman bütün ülkeyi saran bir devrimci kabarma yoktu... (3) O zaman  düşmanlarımızın ve kararsız küçük burjuvazinin arasında önemli bir siyasi tereddüt yoktu... Şimdi görünüş bambaşka... sınıfın çoğunluğu bizim arkamızda... bütünüyle emperyalistler, bütünüyle menşevikler ve SD ittifakı inanılmayacak kadar tereddütler içinde, zaferi kazanacağımız kesindir... Başarılı bir ayaklanma için bütün nesnel koşullar var..." Lenin- Marksizm ve ayaklanma 71'de bu koşullar varmıydı ki silahlı mücadeleye başlandı?... Ve biz de soruyorduk; " Lenin'in ayaklanma için bütün nesnel koşullar var  derken ortaya koyduğu koşullar (Leninist devrimci durum kavramının içeriği budur!) emperyalizmin hegomonyası altındaki uzun süreli bir halk savaşından geçilmek zorunda olan ülkelerde (ve ülkemizde) silahlı mücadelenin başlatılması için zorunlu mudur? Ülkemizdeki bütün revizyonistler bu sorulara "evet" diye cevap verirler. Ve de, biz bu soruya hayır diye cevap verdiğimiz için bizi eleştirmektedirler."Sorunun özü şudur,"Proletaryanın iktidarı ele alması için kesinlikle gerekli belirli koşulların birleşmesinin, ülkemizde silahlı mücadelenin başlaması için kesinlikle gerekli olduğunu düşünen bir devrim anlayışının ( genel ayaklanma) emperyalizmin hegomanyası altındaki yarı sömürge-Yeni sömürge ülkelerde silahlı mücadeleye başlamak için bu şartların aranmayacağını söyleyen devrim anlayışı( halk savaşı) arasındaki farktır bu. Lenin'in iktidarın alınabilmesi için gerekli gördüğü koşullar gelişmiş kapitalist ülkeler için olduğu kadar yeni sömürge-yarı sömürgeler içinde geçerli olan evrensel bir tezdir. Unutulmaması gereken şudur, devrimin uzun süreli bir halk savaşından geçerek gerçekleşeceği bizim gibi ülkelerde bu koşullar uzun bir sürecin sonunda iktidarı almak için gerekli olacaktır.Yoksa savaşın başlangıcında silahlı mücadeleye başlamak için değil. Bundan ötürüde camkırığının sorduğu "Dünya devrimleri tarihine bakacak olursak kriz ile devrimin at başı gittiğini görreceğiz: 1917 de kriz ve devrim, 2.dünya savaşında kriz ve devrimler... Krizin olgunlaşmadığı, devrimci dalganın geri olduğu anlarda o silahli mücadeleyi nasıl ve kimlerle yapacaksınız?  sorular benim açımdan halk savaşı stratejisi açısından geçersizdir. Olgunlaşmış bir kriz iktidarı almak için gereklidir. Bizim gibi ülkelerde var olan olgunlaşmamış kriz ( olgunlaşmamış devrimci durum) silahlı mücadelenin objektif şartlarını yaratır.Zaten olgunlaşmış bir devrimci durum olsa uzun süreli bir halk savaşına gerek kalmazdı. Subjektif koşullarımızda uygunsa "bir an bile duraksamadan" "mümkün olan en hızlı biçimde" ayaklanır ve iktidarı alırdık.
Ancak camkırığının aynı paragrafta sorduğu ve işaret ettiği bölümdeki şu sorular,

"Önce yapılması acil olan şeyler yapılmak zorunda.Kitleleri anlayabilen onlarla bağ kurabilen; siyasi ideoloji önderlik. Ülkeyi-dünyayı ve teorik sorunları asgari ölçüde tahlil edebilmiş bir öncü.Sorun bu eksende önemli kanımca; nasıl bir öncü? "

Hepimizin  üzerinde kafa yorup, yanıtlar bulmamız gereken sorular.Bu bağlamda söyleyecek olursam. Bu ülkede silahlı mücadelenin objektif koşulları var. Olmayan şey, subjektif koşullardır. ML. düşüncenin abc'sidir. Lenin'den sık sık tekrarladığımız devrimci durum koşullarının hepsi var olsa bile eğer proletaryanın öncü partisi yoksa iktidarı alabilecek durumda değiliz demektir. Bu parti denen şey de belli bir sayıdaki kadronun bir araya gelip bir tüzük, bir programla kurduk işte demesiyle olmuyor. Yoksa ortalık parti doluyken bizlerde bir taraftan öncünün varlığını-yokluğunu tartışıp durmazdık. Parti olabilmenin de bir hazırlığı, birikimi, asgari koşulları var.Subjektif koşullardan söz ederken öncelikle anladığımız parti ve onun kitlelerle olan bağları, kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyidir.Partinin proletarya ile örgütsel ve ideolojik bir güven bağının olması şarttır. Savaşın başarıya ulaşabilmesi için kitlelerin desteği önemlidir. Bundan ötürü savaşın başlangıc aşamalarında kitle desteğine yönelik eylemlere ağırlık verilir. Ancak mücadelenin başlangıc aşamalarında kitle ilişkileri bir genel ayaklanmada olduğu genişlikte ele alınamaz. Aynı şekilde kitle çalışmaları, ajitasyon, propaganda yöntemleri belli farklılıklar içerir. Fakat devrim anlayışı farklılığından kaynaklanan birtakım farklılıklar ne olursa olsun, temel zorunluluklardan birincisi mücadelenin proletaryanın ML. savaşcı partisi tarafından yönetilmesidir. Buna bağlı olarak ikincisi ise; kitlelerin desteğidir.  



  

"Bu konuda iki temel sapma sözkonusudur. Birincisi mücadelenin başlangıcında partiyi gerekli görmeyen veya parti yerine bir eylem grubunu (foko) geçiren görüşlerdir. Buna karşılık mücadelenin başlaması için partinin kitlelerle olan bağlarının gene bir genel ayaklanma teorisinin öngördüğü genişlikte ele alınamayacağı da ortadadır. Parti bir proleter kitle partisi niteliğine en olgun şekliyle mücadelenin ileri aşamalarında ulaşacaktır. " 
 O zaman bu gün bir çoğumuzun üzerinde anlaşabileceği saptamalardan biri şu olabilir. Bu gün önümüzde duran temel politik görev proletaryanın öncü partisini yaratmaktır. Camkırığının yazısının altına kısa bir yorum yazan bir arkadaş, "ne yapmalı, nereden başlamalı" diye sormuş. Böylesi dönemler öne çıkan sorulardır bunlar. Ama bana göre bu soru artık yeterli değil. Sorulacak diğer bir sorunun yanıtı daha fazla önem kazanmaya başladı; nasıl yapmalı ?

Şöyle bir sorunumuz var. Yapılması gerekenleri iyi kötü doğru tespit edenlerimiz bile , bu yapılması gerekenlerin nasıl yapılması konusunda yol açıcı yöntemler ortaya koyamıyorlar. Ne yapmalı sorusuna vereceğimiz yanıtlardan biri ( ve de en önemlisi) olan partiyi kurmak, üzerinde ortaklaştığımız bir yanıt. Peki bunu nasıl yapacağız? Ne yapmalı sorusunun yanıtı olan önermenin nasıl yapılacağını da ortaya koyabilen ve bunu pratik adımlarını da atabilen, mücadelenin hayati sorunları bakımından ileriye doğru önemli bir adım atmış demektir.
 Bu gün çok yönlü sorunlar ve buna denk düşen  çok yönlü görevlerle karşı karşıyayız. Bazen hangisinin/ hangilerinin daha önemli olduğu konusunda zorlanıyoruz. Çünkü gerçekten bir çok alanda birden dibe vurmuş durumdayız. Kendilerine dış bükey aynalarda bakmaktan vazgeçemiyenlerimiz dışında somut gerçek bu. Teorik bir karmaşa ve ideolojik bir kuşatma altındayız. Kitlelerle olan ilişkilerimiz zayıf, devrimcilik kitlelerin gözünde itibar kaybet(tiril) miş durumda. Ne süreci örgütleyebiliyoruz ne kendimizi. Hele bazılarımız kendilerini örgütlemeyi öylesine öne çıkartmış durumda ki, süreç feda edilebiliyor. Oysaki süreçin örgütlenmediği yerde kendimizi örgütleme çabalarının bir süre sonra tıkanması kaçınılmaz. Bu parti dediğimiz şey de gökten zembille inmeyecek. İçinde bulunduğumuz sürecin bütünsel sorunları içinde sürdürülen çok yönlü mücadeleler üzerinde yükselecek.
Mücadelenin her alanında hızla örgütlenmemiz gerekiyor... Teorik tıkanıklığı aşmak, ideolojik ablukayı dağıtmak zorundayız... Kitlelerle olan ilişkilerimizde güven ilişkilerini yeniden kurmak,  buna uygun araç ve yöntemleri yaratmak zorundayız...  Tüm toplumu sarmış olan ve ne yazık ki sosyalist saflarada sızmış olan yozlaşma ve dejenerasyona karşı mücadele etmek bunun devrimci saflardaki yıkıcı etkilerine izin vermemek için devrimci duruşun ve tarzın ayırtedici çizgilerini net bir biçimde ortaya koymak zorundayız.... Ama bütün bunlar nasıl yapılacak?
Sanırım sadece durum tespiti yapmak yetmiyor. Ne yapmalı sorusunun yanıtını nasıl yapmalı ile birlikte ele alıp, bulduğumuz yanıtları yaşamın pratiği içinde sınamamız gerekiyor. İşimiz zor ama imkansız değil. Ama bu yükselecek devrimci bir dalgayı beklemekle de olmuyor. ( bu konuda ayrıca yazacağım)  Tam tersine karşı devrimci dalgalar içinde kulaç atmayı öğrenmek gerekiyor.
               *                                                     *                                                       *

"Türkiye devrimci hareketi açısından tartışıyorsak doğru koymak gerekir.Sadece 2 yenilgi dönemi belirlemek subjektiftir. 80 öncesi güç olan devrimci hareketler 80 sonrası yerlerini başka devrimci hareketlere bıraktılar. Onlar 80 yenilgisinde tıkanıp kalırken binlerce insanı yürütebilen başka devrimci hareketler ülke de etkili olmaya başladı. Nitekim bunlardan bazıları 80 in bir turnusol kağıdı olduğunu ilan ettiler(DS) ve büyük güçler oluşturmayı göreli olarak başardılar. Onlar için 80 yeni ve devrimci bir çıkış oldu. Bu devrimci hareketler icin ise yenilgi 90 ların ortasından itibaren geldi."

 80 Sonrası dönemin 71 ve 78 dönemleri diye adlandırılan süreçlerle aynılaştırılması doğru değildir.
71 ve 78 devrimci çıkışı niteliksel gelişimleri ile belirlenir. 71 İdeolojik olarak niteliksel bir kopuşu ortaya koymuştur. O zamana kadar var olan sosyalist anlayışa damgasını vuran revizyonist çizgiden niteliksel bir kopuşu gerçekleştirmiştir. Şu veya bu derece değil köklü bir kopuş. Şu veya bu alnda değil bütünsel bir kopuş. Yani ideolojik mücadele süreçi içinde ortaya konulan teorik tespitlerin bizzat pratik olarak ortaya konulduğu (lafızda kalmadığı) Tam da bu özelliği ile o zamana kadar hakim olan "marksist" anlayışın devrimci çizgi ile pratikte buluşturularak devrimciliğin hakim çizgi haline gelmesini sağlayan bütünsel ve niteliksel olarak ayırt edici özellikleri  olan bir dönem.

İkinci aşama, ideolojik ve teorik olarak kısa bir karmaşa ve bocalamanın yaşanmasına rağmen sürekliliğin sağlanabildiği ve 71 devrimci çizgisinin toplumsal bir nitelik kazanarak baskın çizgi haline geldiği bir dönem. Teorik  olarak yoğun tartışmaların yaşandığı , devrimci düşüncelerin kitleselleşmesiyle birlikte pratik deneyim zenginliklerinin artmaya başladığı ve  devrimin olabilirliğine olan inacın en fazla olduğu bir aşama. Bu aşamada yaşanan yoğun pratik ve irili ufaklı yüzlerce deneyimle 7,8 yıl gibi bir sürede 80'den bu yana geçen 34 yılı 34e katlayan bir birikim.

İki dönemi de karekterize eden devrimci mücadele açısından bütünsel ve niteliksel olarak gelişme ve birikimlerle kendilerini ortaya koymalarıdır.
80 sonrasını karekterize eden ise yenilgi ortamının getirdiği dağınıklık, teslimiyet, teorik keşmekeş, geri düşüşün geçiçi bir ara aşama değil gittikce yapısallaşıp kronikleştiği ve bu güne kadar uzanan bir dibe vuruş halidir. Sözünü ettiğimiz şey şu veya bu yapının  şu veya bu aşamadaki pozizyonu değildir. 80 sonrası dağınıklık ve gerileme tek tek yapılar bakımından farklı zamanlara denk düşebilir. Kimisi 80'den hemen sonra, kimisi üç dört yıl, kimi on yıl... Ama sonucta bütünsel olarak TDH yenilgisi 80'den sonra başlamış ve bu güne kadar sürmüştür.Bu süreçin iyi veya kötü direnen unsurları özellikle 86 da başlayan kendiliğinden ve ekonomik nitelikli işçi eylemleriniyle cılızda olsa ortaya çıkmaya başlayan üniversitelerdeki kıpırdanışlarla birlikte belli bir ivme kazanıp, bir süre için toparlanma ve örgütlenme çabalarına girişselerde, büyük bir bölümü, 92'de içeriden çıkan eski önderlikler tarafından, gerekçeleride teorize edilerek asıl karşılığı örgütsüzlük olan "örgütlenme " biçimleriyle tasfiye edilmiştir. Var olan ve kendilerini "yenilmemiş" kabul edenlerin ise bütün çabası şu veye bu biçimde var olma gayretine dönüşmüştür. Ama bu varlıkları ülkedeki devrimci mücadelenin bütünsel gelişimi açısından niteliksel bir sıçrama ve yol açıcı bir işlev görmemiştir.  Var olanların varlıkları bir süre sonra bir çok konuda varmış gibi yapmaya dönüşmüştür. Var olanla, varmış gibi gösterilen arasındaki açı gittikce açılmış bu da beraberinde inandırıcılık ve güven sorununu getirmiştir .Böylesine durumlarda söylediklerinle yaptıkların arasındaki açı gittikce açılmaya başlar. 90 yıllar yenilgi süreçi içindeki son direnişlerin de ağır darbeler aldığı bir dönemdir. Var olan koşulları karekterize eden yenilgi, dağınıklık ve örgütsüzlük ortamındaki değişimler 34 yıl boyunca niteliksel değil niceliksel özellikler göstermiştir. Şu veya bu dönem biraz daha iyi, şu veya bu dönem biraz daha kötü ama süreçteki değişiklikleri belirleyen niceliktir.Devrimci mücadele dinamikleri bakımından niteliksel bir ilerlemeye denk düşen bir an yoktur.Bu yüzden niteliksel bir yenilgi olarak tarif edilebilecek bir an da yoktur. 80 yenilgisiyle başlayan dağınıklık ve örgütsüzlük koşullarındaki gerilemeden hala çıkılamamıştır. Bu süreç devam etmektedir, yaşanan değişiklikler görecelidir, nitelik belirleyici değildir. 80 sonrası niteliksel bir gelişme gösteren tek hareket kürt hareketidir. O da kendi dinamikleri içinde değerlendirilerek anlaşılabilir.
                    *                                                       *                                       *
Zozan kara'nın yazısıyla başlayan tartışmalar daha önceki yazımda da belirtiğim gibi, herbiri başlı başına bir tarışma konusu olan temel ve hayati sorunları tek bir yazının dar sınırları içine sıkıştırma telaşı yüzünden düzensiz bir tarışma ortamını da beraberinde getirdi. Ama iyi ki getirdi. Tartışmanın yöntemi bir biçimde yerine oturur, düzene girer. Ama karşılıklı çiş yarışına dönmeden ,koolektif bir üretkenliği ortaya koymaya becerebilirsek bu alanda ufacıkta olsa bir katkı da bulunuruz diye umutlanıyorum.
Bu arada blogtaki yazıları izleyen dostlarımızın en azından yorumları aracılığıyla bulunacağı katkılar, bizlerin dikkatimizi nerelere yönelteceğimiz konusunda önemli bir katkı sağlayacaktır.
Dostlukla
 


                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder