27 Temmuz 2012 Cuma

MARKSİZM VE TEORİ PRATİK İLİŞKİSİ(4)/ Bora Kara

 "Sistematik, Hegel'den sonra olanaksızdır. Dünyanın tek bir sistemi, yani tutarlı bir bütünü temsil ettiği açıktır, ama bu sistemin bilinmesi, tüm doğanın ve tüm tarihin bilinmesini ön gerektirir, buna da insanlar hiçbir zaman erişemezler. Öyleyse sistemler yapan kişi, sayılmaz eksiklikleri kendi öz uydurması ile doldurmak, kendini usdışı imgeleme gücüne bırakmak, ideoloji yapmak zorundadır." (Engels: Anti-Dühring)
Bunu söyleyen Engels bir başka yerde şöyle devam eder;
“"Bizim tarih kavrayışımız, her şeyden önce, ciddi çalışmalar için yol göstericiden (kılavuz) ibarettir. Yoksa Sol-Hegelcilerin anladığı biçimde bir manivela değildir. Çeşitli toplumların sosyal, hukuki, estetik, felsefi, dini vs. kuruluşları hakkında bir yargıya ulaşmadan önce, bütün tarihin ve söz konusu olan toplumsal formasyonların dikkatle incelenmesi gerekir... Bunun yerine birçok genç yazar, tarihi materyalizmi, her şeyi açıklayan hazır bir kalıpmış gibi (dogma olarak) ele alarak, hiçbir araştırmada bulunmadan, azcık tarih bilgisiyle çarçabuk bir sistem oluşturmaya çalışmaktadır. Bu davranışlarıyla da, asıl düşünceyi, hasımların haksız saldırılarına maruz bırakmaktadırlar."

Marks ve Engels’ten önceki bütün düşünürler gerçekten sadece düşünürlerdi. Yaşamdan, dolayısıyla pratikten kopuk bu düşünceler dünyayı kurgusal bir biçimde yorumlamaktan öteye gitmez ve bu kurgularıyla da başı sonu belli, tamamlanmış ve dünyadaki her türlü sorun ve olgu hakkında kendilerince "bütünsel" bir fikir ortaya koydukları, düşünce sistemlerini oluşturur, tamamlarlardı. Ama hayat bir türlü tamamlanmazdı.”Filazofların” dünyayı yorumlayışı tamamlanır, biter ama yaşam ve insanın yaşamı değiştirme dönüştürme pratiği bir türlü bitmezdi. Bitmeyen, tamamlanmayan bir yaşamda bitmiş ve tamamlanmış düşünceler bizzat yaşamın devinimi ve gelişimi karşısında aşılır, kelimenin gerçek anlamıyla biterdi. Felsefi sistemlerin son büyük temsilcisi Hegeldir. Marks ve Engels hiçbir zaman bu anlamda bir sistem kurmaya yönelmediler. Bundan ötürüdür ki Marksizm tamamlanmış bitmiş bir düşünce değildir diyoruz. Yaşamdaki gelişmelerle birlikte gelişen ve sürekli kendini aşan bir özellik taşır. Aşma dinamiğini bizzat kendi içinde taşır. Bu yüzdendir ki Marksizm aşılmaz diyoruz. Zaten sürekli olarak kendini aşan bir düşünce nasıl aşılır ki?
Peki, ama Marksizm, sürekli değişim ve gelişim halindeyse, bitmiş tamamlanmış bir düşünce değilse, o zaman, sürekli olarak dün dediği ile bu gün söyledikleri farklı olan, temelleri, iç bütünlüğü ile devam eden bir sürekliliği olmayan bir anlayışmı? Daha önceki yazılarımızda sözünü ettiğimiz “değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir girizgâhı ile “ başlayan “Marksizm aşıcılarının” anladığı Marksizm böyle bir şeydir. Bu yüzden aslında Marksizm’den çok
“her gün bir yerden göçmek ne iyi,
her gün bir yere konmak ne güzel,
bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım,
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım...
Diyen Mevlana kendilerine daha yakındır. Her gün bir yere konmanın ve göçmenin dayanılmaz hafifliği ile Mevlevi dervişler gibi dönüp dururlar. Bunu da yukarıda bizim de aktardığımız marksizmin kendi kaynaklarını referans göstererek yaparlar.
Bizzat Marks ve Engels değimlidir yukarıdaki sözleri söyleyen. Mademki Marksizm bir sistem değildir, mademki tamamlanmış bitmiş bir şey değildir, mademki sadece yol göstericiden “ibarettir, somut şartların somut tahliliyle(?)  her gün sıfırdan başlayarak, her gün yeni bir Marksizm yaratıp dogmatizme karşı, gelişen ve değişen marksizmin en has Marksistleri olmanın hoşluğunu ve boşluğunu yaşayabiliriz. Ne demişti Marks, pardon Mevlana; “ Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait”.

Sonra bir yerlerden Lenin çıkıverir ve Marks ve Engels’e benzer bir şeyler söyler. Bizim Mevleviler mal bulmuş mağrip gibi bu sözlere de atlayıverirler.

  "Biz Marks'ın teorisini tamamlanmış, değişmez bir bütün olarak görmüyoruz, tersine olarak düşünüyoruz ki, bu teori sadece bilimin köşe taşlarını yerleştirir. Eğer sosyalistler hayatın kendilerini aşmasını istemiyorlarsa bu bilimi, her yönden derinleştirmelidirler." (Lenin: Marks-Engels ve Marksizm)
Ama ustanın söylediklerindeki küçücük bir bölümü görmezlikten gelirler. “, bu teori sadece bilimin köşe taşlarını yerleştirir”  Yani bu düşünce bir teoriymiş. Ve bu teorinin köşe taşları varmış, yani yuvarlak ya da şekilsiz, ölçüsüz bir şey değilmiş. Bu köşe taşları ( siz bunu temelleri diye de okuyabilirsiniz) kaldırıp attığınız zaman geriye Marksizm diye bir şey kalmaz. Ve teori dediğimiz zaman, kendi içinde diyalektik bağları olan bir bütünselliğe sahip bir şeyden söz ediyoruz demektir. Teorinin içindeki her parça birbirini destekleyen, birbiri üzerinde yükselen bir iç tutarlılığa sahip olmak zorundadır. Bu teorinin köşe taşlarını/ temellerini oluşturan kavramlardan bazılarını yok saydığınız zaman teoriyi bir bütün olarak çökertirsiniz. Şunları kabul ediyoruz ama şunları kabul etmiyoruz diye bir şey yoktur. Var olan teorinin temellerini/ köşe taşlarını ya bir bütün olarak kabul eder ya da bir bütün olarak reddedersiziniz. Yani sınıflar mücadelesini kabul edip, sınıf diktatörlüğünü(proletarya diktatörlüğünü) inkâr edemezsiniz. Ya da artı değer teorisini kaldırıp atıp hala Marksist teoriden söz edebiliyorsanız, korkunç bir cahil değilseniz korkunç bir Marksizm sahtekârsınız demektir.

Biliyoruz, Mevlevi Marksistler, hemen marksizmin kendi kaynaklarını, önderleri referans göstererek itirazlarını derin teorik tahlillerle(?) ortaya koyacaklar. Marksizm’de de eskimiş, geride kalmış ve geçersizleşmiş düşüncelerden söz edilmez mi? Bizzat Lenin, Stalin şu, şu düşünceler geride kalmıştır, eskimiştir demezler mi? Derler elbette, derler ama bu denilenlerden ne anlaşılması gerektiği doğrudan doğruya dünyayı anlama ve kavrama biçimimizle ilişkilidir. Şöyle  ki;
  Diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin olmazsa olmazlarından iki kavram zaman ve mekân kavramlarıdır. Bu iki kavram dışarıda tutarak hiçbir toplumsal, siyasal ve teorik olayı anlayamayız. Zaman ve mekân aynı zaman da şu mekândaki şu tarihin somut maddi koşullarının nesnelliğine sıkı sıkıya bağlanmak zorundadır. Bir şeyi anlamak için önce hangi zaman da ve hangi mekânda yaşandığına bakarız. Çünkü farklı tarihsel ve mekânsal koşullar farklı nesnellikler taşır.
Her olay kendi tarihsel maddi koşulları içinde anlaşılır. Tarih içinde yaptığımız bu anlama serüvenindeki kaygılarımıza yanıt verecek ya da anlamamızı kolaylaştıracak olan temel kavram kişiler, olaylar, düşünceler vb. değildir. Tam tersine bunları anlayabilmenin yolu içinde bulundukları maddi\ nesnel koşulları anlamaktan geçer. Bunun tersi bir yöntem olguculuk, idealizm vb. Olabilir ama diyalektik ve tarihsel materyalizm asla olamaz. Ve herhangi bir konuyu tarihselliği içinde tartışmak isteyenler yöntem olarak böylesine farklı iki yönteme sahipse bir yerde buluşmaları mümkün değildir.
Yukarıda tarif etmeye çalıştığımız gibi diyalektik bir yöntemden yoksunsanız, bırakın Lenin’le Marks’ı, Engels’i karşı karşıya getirmeye Lenin’le Lenin’i, Marks’la Marks’ı karşı karşıya getirir kendi içinde çeliştirir ne kadar iç tutarsızlıklar yaşadığını ortaya koyuverirsiniz! Alman ideolojisinde başka bir Marks, 18. brumaire’de başka bir Marks buluverirsiniz. Dumayı boykot diyenin başka bir zaman dumaya katılma düşüncesini tutarsızlık olarak görebilirsiniz. Zaman ve mekânın dışında nesnellikten bağımsız bir doğru aradığınız için, bulabileceğiniz doğru ancak kendi öznelliğiniz olabilir. Bunun sonucunda da kendi öznelliğinize denk düşen bir  “doğrunun teorisini” yapmaya başlarsınız.
Aynı yönteme sahip olmayanların aynı yerde buluşmaları mümkün değildir dedik. Bu yüzden bizim yöntemimizin diyalektik materyalizm olduğunu baştan belirterek devam edelim… Bir düşüncenin eski veya geride kalmış olması her zaman yanlış veya eksik olduğu anlamına gelmez. Belli bir tarihsel mekân ve zaman içinde var olan çelişkilerden kaynaklanan sorunların çözümlerini doğru olarak ortaya koyan bir düşünce, maddenin hareketinin kaçınılmaz bir sonucu olarak değişen zamanın ve mekânın ortaya koyduğu yeni çelişkilerle bu gün için geçersiz, eskimiş, geride kalmış bir düşünce olabilir. Bu onun dün doğru olduğunu ortadan kaldırmaz. Yine önemli bulduğumuz bir not olarak ekleyelim: Bir düşüncenin eskiliği veya yeniliği salt zamansal süreyle ölçülen bir şey değildir. 150 yıllık bir düşünce, yüzeli günlük bir düşünceden daha yeni ve geçerli olabilir. Bir düşüncenin gücü, yeterliliği bizzat üzerinde yükseldiği nesnel koşulların çelişkilerine denk düşüp düşmediği ile ilgilidir. Ve bunu sınanabileceği temel alan pratiktir.  Var olan nesnel koşulların ortaya çıkardığı çelişkilerin çözümünde doğruyu gösteren teori bu nesnel koşullar varlığını sürdürdüğü sürece geçerliliğini ve doğruluğunu sürdürür. Somutlayalım; Kapitalizm var olduğu sürece marksizmin kapitalizm üzerine olan teorik tahlilleri varlığını, geçerliliğini, doğruluğunu yol göstericiliğini sürdürecektir. Bu 300 yıl sürse de böyledir. Ne zaman ki evrensel düzeyde komünizme vardık işte o zaman Marks’ın kapitali okullarda toplumlar tarihinin iktisadi ve politik gelişmesini anlamaya yarayacak dersler halini alacaktır. O aşamadan sonra marksizmin önündeki görev yeni toplumsal çelişkilerin çözümleri üzerinde yoğunlaşmaktır. Artı değer, meta, sınıflar mücadelesi, zora dayalı devrim vb. teoriler geride kalmış, eskimiştir. Ve onları geride bırakan ise doğrudan insanının dönüştürücü değiştirici eylemi yani pratik olacaktır. Yoksa birlerinin kafalarına göre aşma gayretleri değil.

Sadece zaman ve mekân farklılığını göz önünde bulundurmakta yetmez. Bu zamanın, belli bir yerde donmuş bir zaman olmadığını da bilmek gerekir. O an, dünden O ana gelmiştir. Ve O andan itibaren geleceğe yönelik çelişkilerini de içinde taşır. Tarih, ardı ardına sıralanmış vagonlar gibi düz bir çizgi izlemez. Ya da her biten toplumsal sürecin, bittiği yerde kaldığı, yeni başlayan sürecin bir öncekiyle hiçbir ilişkisi kalmamış, sıfırdan ortaya çıkmış bir süreç olduğu anlamına da gelmez. Dün, bu gün, yarın ilişkisini böyle bir diyalektik bütünlük içinde alamazsak, sadece zaman ve mekân kavramlarını göz önünde bulundurup, hareket ve gelişimi unutarak da  doğru bir sonuca varamayız. Varılabilecek yer en fazla kronolojik bir tarih anlatıcılığı olur o kadar. Tarih yapıcılığında sınıfta kalırız.

Evet, Marksizm de değişir ve gelişir. Ama bu değişim ve gelişim birilerinin keyfine ve öznel ihtiyaçlarına göre değil, doğrudan toplumsal yaşam şartlarında meydana gelen nesnel gelişimin değişimlerine göre olur.
Bir toplumsal süreç, kendisini karakterize eden bir temel çelişki dışında bir yığın irili ufaklı farklı çelişkileri de içerir. Bunlar, temel çelişkideki gelişim yoğunluğuna göre değişiklikler gösterirler. Ancak bir toplumsal süreç boyunca temel çelişki değişmez. Ne var ki bu değişmezlik, nicelikten, yoğunluktan, dereceli niteliksel değişimlerden yoksun, bulunduğu yerde donmuş, bir değişmezlik değildir. Örneğin kapitalist toplumun temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Diğer bütün çelişkiler bu temele göre belirlenirler ve temeldeki değişime göre farklı pozisyonlar alırlar.
Kapitalizmin başlangıcından günümüze kadar bu çelişki temel olma özelliğini korur. Manüfaktürden fabrikaya geçiş aşaması, serbest rekabetçi dönem, emperyalist aşama, emperyalist aşamanın içindeki değişik aşamalar…
Bütün bu süreç boyunca temel çelişkinin aynı düzeylere, oranlara, yoğunluğa ve gelişkinliğe sahip olduğunu söylemek diyalektiğin metafizikle sakatlanmış halidir. Dogmatiğin durumu az çok budur. Revizyonist ise, temel çelişkide meydana gelen sözünü ettiğimiz özelliklerde ortaya çıkan ve aslında önemsiz olmayan bu değişiklikleri adeta bir toplumsal sürecin bitip yepyeni bir toplumsal sürecin başladığı, dolayısıyla temel çelişkinin ortadan kalkıp yeni bir temel çelişkinin ortaya çıktığı abartısına yakın bir biçimde ele alır. Örneğin, emperyalizmin kapitalizmin bir aşaması olduğu ve bir önceki aşamaya (rekabetçi dönem) göre göreceli bir nitelik değişikliğini içerdiği de doğrudur. Ama emperyalizm kapitalizmden ve onun temel yasalarından bağımsız ayrı bir toplumsal yapı değildir. Bizzat kapitalizmin temel çelişki ve yasalarının gelişimin belli bir gelişme düzeyindeki karşılığıdır. Temel çelişki yani emek sermaye çelişkisi hala varlığını korumaktadır. Hem de eskisinden daha fazla yoğunlaşıp keskinleşerek. Ama Emperyalist kapitalizmle beraber yeni çelişkiler de ortaya çıkmış, emek sermaye çelişkisi temel kalmasına rağmen, emperyalizmle dünyanın tüm ezilen ve sömürülen haklarıyla olan çelişki de baskın bir karakter kazanmıştır. Artı değer sömürüsünün yanında tekel karı biçiminde sömürü yoğunluğu artmış, kapitalistlerin kendi iç çelişkileri ve dengeleri değişmiş, burjuvazinin başta proletarya olmak üzere tüm halk kesimlerini mülksüzleştirmesi gittikçe küçük burjuvaziden, orta burjuvaziye ve oradan tekelci burjuvazinin dışında kalan tüm sermaye kesimlerinin mülksüzleştirilmesine kadar genişlemiş. Zirve diye düşündüğümüz bu nokta, mali oligarşinin ortaya çıkması ile birlikte mali oligarşinin dışında kalan tüm tekelci burjuvazinin mülksüzleştirilmesine kadar varan bir gelişim yaşanmıştır. Günümüzde mali oligarşinin içinde olmak bile yetmemektir. Mali oligarşinin içinde yer alan küçük bir azınlığın içinde bile korkunç bir savaş vardır. Emperyalizmin sömürü yöntemlerinde teknik ve biçimsel değişiklikler ortaya çıkmış, uluslar arası toplumsal iş bölümü emperyalizmin değişen çıkarlarına göre yeniden düzenlenmiş, iktisadi alt yapıdaki bir dizi değişiklik kaçınılmaz olarak üst yapıda başta siyasi alan olmak üzere bir dizi hukuksal, kültürel, ideolojik değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Ve bu süreç devam etmektedir. Kapitalizm bir toplumsal sistem olarak var olduğu süre boyunca da devam edecektir. Ve kapitalizm devam etmektedir. Ama bütün revizyonist kesimin görmediği, daha doğrusu gizlemeye çalıştıkları nokta şurasıdır. Bütün bu gelişim ve değişimler doğrudan kapitalizmin temel işleyiş yasalarından, iç çelişkilerinin zorunlu bir sonucudur. Lenin Emperyalizm teorisini geliştirirken ayağını bastığı zemin bizzat Marksın kapitalizm tahlilleri yani kapitalist sistemin iç çelişkileri ve temel işleyiş yasaları olmuştur. Kapitalizmin emperyalizme doğru gelişimini gösteren tüm öncüller Marks ve Enğelste vardır.
  ““Üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın burjuvazi var olamaz...
Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yer yuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi... Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte.
... Burjuvazi tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor onları. Tek kelimeyle, kendi istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.” (Komünist Manifesto, s. 50-51).

Ve hemen Engels’le devam edelim;
güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal niteliklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişki içinde olanaklı olduğu ölçüde, toplumsal üretici güçler olarak davranmaya zorlar. Sanayinin canlanma dönemi, büyük üretim araçları yığınını, kredinin sınırsız şişkinliği ile olduğu denli, çöküşün kendisi ve büyük kapitalist kurumların yıkılışı ile de toplumsallaşmanın, o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür. Bu üretim ve ulaştırma araçlarından çoğu, daha ilk anda, demiryolları gibi öylesine büyüktürler ki bütün öteki kapitalist işletme biçimlerini dıştalarlar. Ama gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan "tröst" biçiminde birleşirler; üretilecek toplam niceliği belirler, bunu aralarında dağıtır ve böylece önceden saptanmış satış fiyatını zorla elde ederler. Ama bu tröstler işlerin kötü gitmeye başlamasının ilk döneminde dağıldıklarından, bununla daha da yoğun bir toplumsallaşmaya götürürler: Tüm sanayi kolu, tek bir büyük hisse senetli şirket durumuna dönüşür, iç rekabet yerini bu tek şirketin tekeline bırakır; 48 büyük fabrikanın hepsinin birleşmesinden sonra, şimdi 120 milyon marklık bir sermaye ile tek elden yönetilen bir tek şirketin elinde bulunan İngiliz alkali üretiminde, daha 1890'da bu iş böyle olmuştur.
Tröstlerde serbest rekabet, tekel durumuna dönüşür”


 Ancak herhangi bir oluşumun ayrıntılı bir tahlilinin yapılabilmesi için var olan iç çelişkilerin Olgunlaşıp belli bir gelişkinlik düzeyine gelmesi gerekir. Bunu görebilmek ve emperyalist kapitalizmin bütünsel bir tahlilini yapabilmek içinde, Lenin gibi, Marksist yöntemi ustalıkla kullanan bir kafaya ihtiyaç vardır. Bu yöntemin adı diyalektik materyalizmdir. Ve sapmaların her türlüsünün yoksun olduğu şey de tam da budur. Yöntemleri, metafizik, idealist, mekanik, olgucu, formel vs. bir sürü, diyalektik dışı anlayışla sakatlanmış durumdadır. Bu yüzden de vardıkları sonuçlar sakat olmaktadır. Bu bazılarında niyetten bağımsız, yöntemi kavrayamamaktan kaynaklı olsa da, bazılarında ise ML. Düşünceyi bilinçli olarak tahrif etme çabasının bir sonucudur. Bu ikinci kesim zaten burjuva liberalizmiyle iç içe geçmiş,  Marksist döneklerle, burjuva ideologların karşılıklı beslendiği bir alan yaratmışlardır. "Sol liberal" ve "liberal sol" tanımları tamda bu alanı tarif etmek için kullanılmaktadır. Liberallerin “solcularıyla”, “solcuların” liberalleri tarihsel bir işbirliği ile ML. Düşünceye karşı görevlerini yerine getirmektedirler. Bu yeni bir şey değildir ML. Düşüncenin değişik dönemlerde karşı karşıya kaldığı bir durumdur.
“  Siyasal alanda revizyonizm, marksizmin temelini, yani sınıf savaşımı öğretisi değiştirmeye gerçekten çalıştı. Siyasal özgürlük, demokrasi ve genel oy hakkının sınıf savaşımı tabanını ortadan kaldırdığı, Komünist Manifesto'nun işçilerin vatanı yoktur eski önermesini geçersiz kıldığı söylendi bize. Onun için, dediler, demokraside "çoğunluğun iradesi" üstün geldiğine göre, ne devlete sınıf egemenliğinin bir organı olarak bakmak gerek, ne de gericilere karşı, ilerici, sosyal-reformcu burjuvaziyle ittifak kurmayı reddetmek gerek.
      Revizyonistlerin bu iddialarının oldukça iyi dengelenmiş bir görüşler sistemine, yani eski ve ünlü liberal burjuva görüşlere vardığı tartışılamaz. ( Lenin- Marksizm ve revizyonizm)

ML. bu gün için her biri birbirinden hayati öneme sahip çoklu bir görevler bütünlüğünün mücadelesini vermek zorunluluğuyla karşı karşıyalar. Ama bize göre öncelikli kavranılması gereken temel sorunlardan biri, bunca yıldır yaratılan tahrifatın beraberinde getirdiği karmaşanın içinde durmadan parçalanan, ama bir türlü bütünleştirilemeyen teorik bir ortamın ortaya çıkmasıdır.. Adeta toplu iğnenin ucundaki meleklerin cinsiyetinin tartışıldığı, neyin, niçin tartışıldığının bile bilinemez hale geldiği, teorik, ideolojik alanın sadece karmaşa ile karakterize olduğu bir dönemdeyiz. Herkesin kafasına göre konuşabildiği, “ben dedim oldu” anlayışının hâkim olduğu, ilkesiz, yöntemsiz bir dönem. Yöntemi vurgulu yazdık çünkü bu karmaşanın içinden ancak doğru bir yöntemle çıkılabilir. Bu ise Marksizm’in bütün gücünü, ruhunu oluşturan yanıdır. Adı ise herkesin ezbere bildiği ama nasıl uygulanacağı konusunda yeterli bilincin olmadığını düşündüğümüz diyalektik materyalizmdir. Birçokları tarafından birkaç ilkesinin ezberlenip, daha sonra “yüksek teori” yapmak için bir kenara bırakılan şey. Doğru bir yönteme sahip olmayanlar ise, nereye varacaklarını, nasıl varacaklarını, ne arayacaklarını, nasıl bulacaklarını bilemezler. Yöntemsizlik beraberinde bir süre sonra eylemsizliği getirir. Teori denen şey gitgide pratikten kopuk, kendi kısır döngüsü içinde dönüp duran gerçeküstü bir kurguyla dönmeye başlar. Kurgudan bir türlü pratiğe geçilemez. Ve böyle bir eksiklikle (yöntemsizlikle) ele alınan Marksizm aslında artık Marksizm değildir. Canlılığını, ruhunu yitirmiştir. Bütün bunlardan ötürü,eylemimizi kılavuzsuz bırakmamak, teori ile pratik arasındaki bağı diğer bir deyimle yaşamla teori arasındaki bağı yeniden kurabilmek için yöntem konusuna ciddi bir biçimde eğilmemiz gerekiyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder