16 Ocak 2013 Çarşamba

KAPİTALİZM KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRİYOR; KAR, KRİZ VE SINIFLAR (1) ZOZAN KARA


   Ülkemizde kapitalizm koşulları, gittikçe keskinleşen çelişkilerle sürüyor. Kapitalizm dünyadaki  birçok ülkede emekçi halka acılar yaşatırken, dozu gittikçe artan direnişlerle de karşılaşıyor. Ülkemiz egemenleri ise pervasızlığını giderek arttırıyor. Emekçi, yoksul halk ve işçiler hemen her ailede bir işsizle işsizliği çok iyi tanıyor, işi olanlar aylarca ücret alamama yâda kesintili alma ile karşı karşıya kaldı. Pek çok işçi her iki üç yılda bir işlerinden atılıyor, bu sürecin daha da kısalabilmesi için hukuksal olarak alt yapısı hazırlanmış altı aylık iş sözleşmeleri rutin oldu. Kendi emeğini kullanarak meta üreten bireysel üreticiler satış yapamaz noktadalar, proleterleştiler, köylü artık köyünde kendi toprağının üreticisi değil. Genç eğitimli köylü nüfus çoktan şehirde tutunmaya çalışıyor, geri kalan yarı eğitimli ve orta yaşlı nüfus ve kadın emeği tarım proleterliğinin zorunluluğu ile karşı karşıya, tek ürüne yönelmiş seçkin üretim yapan burjuva toprak biçiminde o da bir işçi. Her iki kesimde de yedek ordu fazlası yeterince sağlanmış durumda, sürekli olarak yaşı gençleştirilerek, belli bir eğitimle; hâkimiyet, otoriteye saygı ve itaate dayalı toplumsal ilişkileri yürütecek şekilde programlanıyor. Yedek ve itaatkâr orduya İşsizlik ve düşük ücretli güvencesiz, esnek çalışma dayatılırken, sermeyenin makyajı, genel özellik ”demokrasi” fikri de gerekli özeni görmüyor. ”Demokrasi” fikrinin fiilen gasp içeren bir hale dönüştüğünü ve asıl anlamı ters yüz edilerek,  sınıf ve örgütlenme ortaklığı unutturularak, işi olanlara karşı bir kin, aynı işe iki kişi yerleştirilmesi, esnek üretim, bir kuyuyu boşaltıp doldurmaya benzeyen kurslarla gerçek iş bile olamayan süreçlerin dayatılmasında sıkça seslendirildiğine tanıklık ediyoruz. Bu aynı zaman da demokrasi fikrinin, burjuvazi tarafından eğilip bükülerek kullanımının, emekçi halk içinde yarattığı yabancılaşmanın boyutunu gösteriyor. Sınıflar arasında, işçiler arasında, işsizler arasında, mülksüzler arasında ki yabancılaşmanın gerçek tahribatının boyutunu da anlamamız için bir çeşit tercüman görevi görüyor. Tahribatın tüm boyutları ile Kapitalizmin dünyadaki krizi kabul edilip izleniyor, emekçiler ve proletarya kendi çıkarlarına ve insanlaşmasına yabancılaştırılmışken gizlemeye gerek görmeden sopa gösteriliyor, tehdit ediliyor. Oysa proletarya, emekçi, yoksul halklar açısından emperyalist kapitalistlerin tekrarlayıp durduğu“krizi geçersek kurtuluruz” tezinin değeri ne ise, “krize girmezsek batmayız” tezinin değeri eşittir. Her iki yaklaşımda özellikle sermayeyi ve burjuvazinin çıkarını ve haklarını, mülkiyetini ilgilendiriyor.
 Bizim açımızdan krizin getirdiği açık işsizlik, açlık ve iflaslar, yoksulluğun artması dışında bir sonuç değildir ve biz bunu her gün parça parça yaşıyoruz. Derinleşmesi ile tehdit ediliyoruz. Bizim toplumsal mülkiyeti hedefleyen, devlete ve tüm mülkiyetlere el koyacağımız bir çözümümüz var Sermaye krizi ortak bir sonuçmuş gibi algılatmak zorunda onlar tüm emek üretkenliğinin ve mülklerinin toplumsallaştırılmasını akla getirmeyecek tarzda üretim aletlerinin mülkiyetini öncelikle korumalıdırlar. Krizler emekçi halk ve proletaryaya yüklenirken toplumsal olarak yaşanan ,  uygun araçlar yaratılarak ve iletişim kullanılarak,dayatmalarla ciddi bir refleks gösterilmesi de engellenerek   hala krizin yakıcı sonuçlarının yaşanmadığı, başarıldığı yönündedir. Devrimciler, Marksist Leninistler bu toplumsal yabancılaşmanın, kapitalizmin en can yakıcı sonuçlarının yaşandığı tabloda en somut sonuçlardan hareket edemiyorlar. Marks kapitalizmi ve maddi koşullarını incelerken bu sonuçlara işaret ediyor, kapitalizmin genel eğilimlerinin sonucunu görüyor. Bu gün o sonuçlar ve gelişmeler işçi emekçi halk tarafından yaşanıyor, emeğin niteliksiz iş gücü olması, yedek iş gücü ordusu, işçi ücretlerinden yapılan kesintilerle oluşturulan sandık, sigorta, destek fonlarının işverene aktarılarak yaratılan kaynaklarla tekrar tekrar sömürülmesi onun tarafından ekonomi politikte bize kanıtlandı. Biz ise bunu kullanamıyoruz  Toplumsal olarak yaşanan sonuçlardan  ev kiralarının birikmesi, tüketimi zorunlu beslenme ürünlerine ulaşamadan tamamlama neredeyse bir çuval patates ve bulgurla idare etme, bankalara kredi borçlanmaları, borçluluğun kronik bir çıkmaza dönüşmesi,genel işsizlik,yaşama güvensizlik  muhalefet örgütleyemiyor, örgütlenemiyor,kaynağını kapitalizmi unutmuş görünüyoruz. Bu durumda halkımız kapitalist düzenden ve kendi sınıf atlama güdülerinden umudunu kesemiyor gösterilen aba altından sopa eşliğinde geniş halk kesimlerinde “krizi atlattık” yanılgısı sevinçle kabul görüyor ki her kesim bunun şimdilik ve kendisini çok fazla hırpalamadan olduğunu düşünüyor. Emekçi ve yoksul halk ve proletarya  kapitalizmin sonuçlarını yüklenirken neden bir mücadele dinamiği olarak davranmıyor, kapitalizmin krizini kendi sürekli krizinden kurtulmak için değerlendirmek üzere hareket etmiyor? Neden kapitalizmin krizine sermaye cephesinden bakıyor? Neden sermaye ve emperyalizmle kol kola bir devlet, emperyalist işbirlikçi sermaye yerine yalnızca işveren görüyor?

    Biz halkımızın tepkisiz kalmalarına yol açan gelişmeleri anlamak, açıklamak zorundayız. Kapitalizmin  yanılsamalı görüntüsünü, ülkemiz ve dünya ölçeğinde nedenlerini anlamaya çalışırken emperyalist dönemde kapitalizmin gelişkinlik seviyesi, küreselleşme, ABD ve AB emperyalizmi, AB yi oluşturan ulusların farklı kapitalist gelişkinlikler barındırdığı ve kriz karşısında sınıfların durumu ve bizim açımızdan örgütlenme problemleri incelenmek zorundadır. Örgütlenme problemleri başka bir yazı konusu olabilecek kadar geniş olduğundan biz kapitalizmi emperyalist dönemde ve ülkemizde kendini(krizini) hangi sınıfsal dengelerle sağlamlaştırdığını anlamaya çalışacağız.
      Kapitalizm sürekli krizlere yol açan gelişme dinamiklerine sahiptir. Krizler gittikçe sıklaşan periyotlarla gündemleşmekte, fakat gelişme dinamikleri sürekli farklılıklar da içermektedir. Bu dinamiklere baktığımızda krizlerin aşılma biçimlerinin bir süre sonra aşılmanın tıkanmasına dönüştüğünü ve yeni bir karlılık yöntemi yaratarak sermayenin bu süreçten kendi içindede temizlik yaparak ama hep daha iri ve daha arsız olarak çıkmanın bir yöntemini bulduğunu, proletarya ve emekçi yoksul halkların ise krizi omuzladığını gösteriyor. Yeni bir kriz süreci işçi sınıfının birliği yerine emeğin ve sermayenin birliği ve sınırları aşan üretim projesi olarak lanse edilen küreselleşme ile yeniden biçimlendirildi. Küreselleşme, sermayenin, kriz karsısında kapitalizmi yeniden yapılandırma taktiğinden başka bir şey değildir. Emperyalist aşamada kapitalizmin temel stratejisi krizin aşılmasıdır, sürekli ekonomik, siyasal güçlülük sağlanması ihtiyacı kendini dayatır. Azami kar esastır. Küreselleşme kapitalizmin ortak bir temel üzerinde birlikte güç hareketi değildir. Temel özelliği sömürünün derinleştirilmesi, üretimin alabildiğine arttırılması, belirli bir üretici sermayenin(tekellerin) yatırım servetlerinin çok  üzerine çıkan bir mali servet biçimine yol açacak koşulların hemen her konjektürde, hemen her ülkede uygunlaştırılmasıdır. Bunu en çok yeni ve yarı sömürge ülkelerde yaparken en eski projesi açık işgal politikalarını da zaman zaman uygulamaktan hiç vazgeçmemiştir. Bir yandan Emperyalist aşamada küreselleşme tutsaklık projesidir bir yandan da tutsaklığın çok yönlü biçimde kalıcılaştırma mücadelesi. Sermaye ve iş gücünün karşılıklı sürekli hareketinin uygun koşullar; limanlar, hammadde kaynakları, ulaşılabilir ama ayrı sanayi bölgelerinde, devletlerin varlığını yok saymadan ama kaygan bir biçimde hareket edebileceği koşulların sağlayıcısı olarak devam etmesini sağlayarak azami kar koşullarını sağlar. Devletler sermayenin bu hareketinden kendi büyümesi ve güçlülüğü için gerekli olan koşulları sağladığından küresel oyunculara katılabilmek için gerekli çabayı gösterir. Onun karı ,artan vergilerle, arada yaratacağı kişisel nemalanmaları artırarak gerek siyasal varlığı için hizmet, gerekse siyasal olarak temsil ettiği sermayeye daha çok kar koşulları açacak olanaklar yaratarak kendi siyasal hegomanyasının devamında sorunları bertaraf etmektir.1960 yılların ortalarından beri ulaştırma teknolojisinde görülen gelişmeler,yenilikler,üretimin,işçi örgütlenmesinin zayıf olduğu düşük ücret alanlarına “offshore”( herhangi bir ülkede faaliyet gösteren fakat asıl merkezi o ülkenin dışında bulunan denizaşırı bir kurumun faaliyetlerini tanımlamaktadır.kurum faaliyette bulunduğu ülkede kendi ülkesinin yasal düzenlemelerine bağlı olmadığı gibi içinde faaliyette bulunduğu yabancı ülkenin de düzenlemelerine bağlı değildir)yöntemleri ile taşınmasını çok daha kolay hale getirmişti.son birkaç on yıldır imalat sanayinin büyük ölçekte ,kentler dışına,ülkeler dışına yeniden yerleşme hareketi zaten hedeflenen ve iş gücü piyasalarının çalışma tarzını köklü biçimde değiştiren bir yapıya sahiptir.ancak iş gücü arzının politik durumu,  köklü işçi göç hareketleri, dolaşımda büyük gecikmelere ve kayıplara yol açan gümrüklerin kesintisi dolaşımı engellememelidir.hız bu dönemde her şeydir,küreselleşme giderek artan üye ülke sayısıyla AB emperyalizminin,ABD'nin de onay ve desteğiyle Hindistan ve Çin gibi ucuz iş gücü sahası , genç nüfusların üretken sermayesinin karşısında bir denge güç olarakta planlandığını görüyoruz.önce G7 sonra G8 şimdi ise genişletilmiş hali ile G20 ülkeleri emek gücünün tüm teslimiyeti ile planlanan üretim sahalalarına ulaştırma,dolaşım hızını sağlama,tüketim planı ve alışkanlıklarını ideolojik olarak belirleyerek değişim değerini her şey haline getirme hareketidir. Durdurulması için devrimciler  elzem olarak duran sorunları doğru biçimde ele almalı, açıklamalı ve çözümlemelidir. Başarısının ardında kapitalizmin temel çelişkisinin niteliğinin değiştirilmesi, yerine emperyalist sistemin çelişkilerinin geçmesi,  emperyalist sistem içindeki ülkelerin iç çelişkilerinin silinmesi, toplumu sınıfsal bir bütünün katmanları olarak görünmesini sağlamaları yatmaktadır
      Kapitalizmin temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Bu temel çelişki emperyalizmden kaynaklanan çelişkilerle  karmaşıklaşıyor, birbirinin yerine ikame ediliyor. Temel çelişkinin ana halkaları emek ve sermayedir. Sermaye aynı zamanda birikmiş emektir, bunlar kapitalizmde aynı zamanda birlikte var olan ve birbirine karşı mücadele içinde varlığını sürdüren iki temeldir. Tüm sürece sermaye cephesinden, belirleyen olarak bakılmasını sağlayan hemen tüm kapitalist ülkelerde, yüzlerce iktisatçı, “bilim insanı”, sosyolog, tarihçi ve felsefecinin çalıştırılması, bunların araştırma koşulları ve sonuçlarının dikte ettirircesine ‘üretim süreçlerindeki ve nesnel koşullardaki gelişme ve değişmeleri’ aynı pencereden sermayenin penceresinden yorumlanması sağlanarak, sınıfların ve sınıf mücadelesinin önemsizleştiği ya da sona erdiği yönünde teorileri derinleştirilip yeniden ortaya çıkması sağlandı.
Emeğe, işçi sınıfına ve emekçi halklara karşı ideolojik saldırı Negri, Hardt, Deleuze, Foucault gibi “sol”da yer alan ama sonuçta Marksizm dışı teorisyenlerle onların izinde yürüyen çok sayıda sosyolog, politikacı ve yazar, “sanayi sonrası toplum koşullarında” yaşandığını; sömürü ve sınıf ilişkilerinin “öz itibariyle değişime uğradığını” iddia ediyor. İşçi sınıfının antikapitalist mücadeledeki öncü-temel rolünün bu değişmelere bağlı olarak önemsizleştiğini ileri sürüyorlardı. Bu sermayenin saldırganlığının temel hale gelmesini destekliyor, ekonomik, demokratik süreçlerde kendine güvensizlik, ideolojik yapılanmada sapma sonucu politik süreçte tam bir karmaşa izleniyor, politik mücadele argümanlarını yitirerek mücadele önemsizleşiyor, amaçsız kendiliğinden mücadelelere indirgenerek soluklaşmasının sağlanması esas alınıyor. Emek sermaye çelişkisinde bir kez emek, emek gücü olmaktan çıktığında yani makineleşmenin ve teknolojinin gerçek üretim nesnesi olarak ele alınması sağlandıktan sonra emekçiler ve işçiler düşünmeyen” tabi, zorunlu” makine uzantılarına dönüşüyor. Sermaye düşünce tutulmasını bilimler ve teknolojik gelişmeyi kendine mal edinerek süreklileştiriyor. Marks kapitalizmi en üretken olduğu dönemde incelerken yıkıcı güç olarak emek üretkenliğine ve işçi sınıfa işaret ediyor. manüfaktür aşamayı göz önünde tuttuğu aşamada işçiler, yeni ortaya çıkan atölye işçileri, işlikte çalışanlar, gerçekten ellerine aldıkları malzemeyi değiştiren ve gerçekten kendi emek güçlerini her gün yaşayanlardır. Hem yarattıklarını görüyorlar ve hem yanlarında yeni bir düzenin oluştuğunu, bir iktidarın bir sınıftan alınıp bir sınıfa geçtiğini duyuyorlar. Bu gün işçiler ise bir bütünün her hangi bir parçasında tek bir vidayı sıkma, tek bir kolun kontrolü ile çalışıyor. Üretimin toplumsallaşması ürünün parçalanması ile sonuçlanıyor. İşçi kapitalizmin gelişme döneminden farklı olarak artık ne ürettiğini bilmediği, ancak daha hızlı üretim yapılması için planlanmış( kapitaliste gerekli oldukça, işçiye daha hızlı nasıl ürettirebilirsin planlaması bırakılmış bir halde),bu genel görünüm ve itiraz edilmesi de mantıklı değil deniliyor. Bu emperyalist üretimin tamda üretimin merkezileşmesiyle açıklanabilir, yani kapitalizmin emperyalist süreçte ki gelişimine uygun bir gelişmedir. Bir makinenin başında uzman değil, makinenin bilgisi ve hızına yetişebilecek bir uzmanlaşmanın yetmesi birçok işçiyi işsiz bırakmakta, üretimin ucuzlayarak rekabeti arttırmakta ama birçok işsiz üretirken birçok işçide ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizm üretmek zorundadır. Bu nedenle bilimsel çağda, enformasyon çağında olmak ülkelerin endüstrilerinin olmadığı anlamına gelemez. Üretimin pek çok merkezde ana şirket, ona bağlı değişik ortaklık profilleri ile büyük şirketler, onlarla ortaklık yapan şirketler, bu şirketlere taşeron çalışan şirketler merdiven altı atölyeleri, ev ekonomisine dayalı aile şirketleri, parça başı ev üretimi gibi hangi tröst, hangi holding, hangi şirket olduğunun bilinemediği 400 -500 ağlı ve ilişkileri farklı ortaklıklar halinde hatta işçi sadece taşeron şirketin işini yaptığını sanarak çalışmaktadır. Bunların hepsinde işçi makine kullanıyor, bilimsel gelişmelerin sonucu olarak tek tuşla koca bir makineyi,fabrikada bir bölümü üretim için hareket ettirebiliyor. Çok işsiz var ama hemen her kesimde kapitaliste kalan, ödenmeyen fazla mesai de çok fazla. Reel ücret düzeyi emek gücünün verili ve kabul edilebilir bir yaşam standardı temelinde yeniden üretmek için gerekli malların sağlanmasının maliyeti ile belirlenir. Kabul edilebilir ve verili olan sözleşme, sınıf mücadelesinin, alışılmış standartların ve genellikle belirli bir coğrafyada yer alan bir toplumsal organizasyonun içerisinden elde edilmiş toplumsal sözleşmenin ürünüdür. Burada  devletin, toplumsal bir mutabakat oluşturmak için anahtar bir kurumsal çerçeveye sahip olduğu ortaya çıkar.İş gücü piyasaları istisnasız olarak yerel olduğuna göre her yerel iş gücünün toplumsal ve kültürel alışkanlıkları iş üretme biçiminde ki koşullardan ne anladığı ve beklediği,iş gücünün değeri belirler.Bu nedenle de artık ülke coğrafyalarında asgari ücret politikası bile değiştirilerek bölgesel asgari ücret politikalarına geçilmek isteniyor.böylece iş gücünün rekabeti reel ücretlerin yüksek olduğu bölgelerde bile  düşürülmesi planlanıyor. Çelişki; makine ve bilimsel gelişmelerin etkin işlevi ve gelişmesini sürdürmesinde değil, bunların kullanım biçimi, niteliği ve amacındadır. Hiç bir gelişme ve pazar kapitalisti işçi sınıfını daha fazla sömürmek için elinden geleni yapmasını engelleyemiyor. İşçi sınıfını, maddi ve zihni-manevi gereksinmelerini karşılama olanaksızlığıyla daha fazla karşı karşıya getiriyor. Emek üretkenliğinde ki artış, sermayenin organik bileşiminin canlı emeğe gereksinimi nispi olarak azalmasına yol açarken, işsizliğin kitlesel boyutlara varmasına yol açıyor, burjuvazi için yedekler ordusunu her türlü çalışma koşuluna karın tokluğuna bir işe sahip olmak üzere hazır tutuyor, çalışma süresinin mutlak ve nispi uzatılması ve teknik-bilimsel gelişmelerin yaşamın öteki alanlarında da burjuvazi yararına kullanımında “verim artışı”na hizmet ediyor. Kapitalist, artı değer üretimi için soyut cansız emek aracılığıyla canlı/somut emeği kullanmak zorunda. Bilimsel teknik ilerleme, kapitaliste, daha az sayıda işçi ile daha fazla üretme olanağı verdiğinde, o, “kullanmak zorunda olmadığı ” emek gücü yerine, işgününü mutlak olarak uzatarak ve makinenin artan ‘verimliliği’, hızını ve çok amaçlı yetkin rekabette kullanımı(küçük eklemelerle ürün de biçimsel gelişkinlikler yaratarak) nispi anlamda uzatarak, maliyeti düşürme ve teknik bilimsel gelişmelerden yararlanan sermayenin nispi artı-değer üretimi için daha geniş olanakları elde etmesi ve emek üretkenliğindeki artış, emek gücü değerinin düşürülmesi olanaklarını genişletir. Emek gücünün değerinin düşürülmesi, emek gücünü meta olarak pazarlayanın sınıfsal varlığının işçi sınıfının varlığının kanıtıdır. Çünkü artı değer üreten temel iş gücüdür.
     İşçi profilinin değiştiği, sermayenin daha çok üretmek için kullandığı teknoloji ve bilimsel olanaklar, tekelleşme çerçevesinde niteliksizleştiği de doğrudur. ancak o zaman işçinin tanımı için bir kez daha sermayenin aldığı yeni biçime göz atmamız gerekmez mi? İşçinin eline demir testeresi verip illa profil kesmesini bekleyerek mi işçi kabul edeceğiz? artık bu işler bir makine de hiçbir hata payına yer bırakmadan her boy ve gereklilik için binlercesi birlikte yapılıyorsa ve bunu bir işçi sadece koordinatları girerek, bir düğmeye basıp becerebiliyorsa bu eski işçi değildir mi diyeceğiz? Evet, bu makine binlerce işçiyi işsiz bırakacak yetenektedir, ama bu makine yinede işçiye gereksiniyor. O malın doğru üretimini, hızlı üretimini kontrol edecek, yükleyecek, depolayacak, dolaşımını düzenleyecek, üretimi tüketime hazırlayacak birçok işçiye gereksiniyor. Sermaye bir şey değil bir süreçtir. Paranın daima daha çok paranın peşinde olan bir süreç.18 yüz yılın ortalarından itibaren hakim hale gelen sermaye dolaşım biçimi sanayi ve üretim sermayesinin ve 18 yüzyılın ortalarından itibaren daha da yoğun finans kapitalin dolaşımıdır. Bu süreci harekete geçiren kapitalistler çok faklı biçimlerde ortaya çıkar. Finans kapitalistleri borç para verir, tüccar ucuza alıp pahalıya satar, toprak sahipleri rant elde eder, rantiyeler imtiyaz haklarından ve fikri mülkiyet haklarından, varlık alıp satanlar varlık hakkından(menkul kıymetler, hisse senedi),borç ve sözleşmeler üzerinden, devlette kapitalist gibi davranabilir, vergi gelirlerini alt yapıya harcar, böylece büyümeyi teşvik eder, buda vergileri arttırır. Sermaye dolaşımında akış çok önemlidir. Tekelleşme sürecinde sanayi ve üretim sermayesi artık karını daha iyi realize edecek koşulları uygunlaştığından dolaşıma da, tüketim zincirinin son halkası parekendiciliği de kendinde birleştirmiştir. Teknoloji ve organizasyonel süreçler buna uygun hale getirilmişse tüccar sermayesini de kendi bünyesinde taşımaktan çekinmez, sermaye kendi genişlemesinin koşullarını, o genişlemeden önce üretmek zorundadır. Bu dolaşım için büyük bir alanın hizmet sektörünün bizzat sanayi sektörünün içine yerleşmesi ve sanayi sermayesi ile tüccar sermayesinin iç içe girdiği bir tekelleşmedir. Hizmet sektöründe meta üretilmez, satılan meta hizmet sürecinin kendisidir. Metanın üretilmesi ile satılması arasında bir zaman boşluğu yoktur. Sunulan hizmetlerin kişisel doğası her zaman kafa karıştırıcıdır, siz tırnağınıza manikür yapan kızın nasıl olup ta işçi olduğunu anlamakta zorlanırsınız. Oysa o bireysel çalışmadığı koşullarda bir sektörün emek zamanını, yeteneğini satan bir işçisidir. Genişleyen birçok mağaza, sinema zincirleri, kafeler, özelleştirilmiş oteller ve plajlar, hatta özel yüksek öğretim kurumları örnekleri ise fazla fazla mevcuttur. Hizmet süresini sermayeye sunan işçi de asgari ücret üzerinden ya da daha özellikli bir ücret üzerinden nemalandırılıyor olursa olsun yaptığı kapitalistin karını realize etmesiyle sonuçlanır. Yani bir meta üretmeden üretilen metaya kattığı değer üzerinden ücretlendirilir. Üstelik hizmet sektörü eşliğinde toplumun yeniden organize edilen tüketimi ve ihtiyaçları kontrol edilebilir. Siz bir plaja sadece ücret ödeyerek gitmezsiniz, oraya uygun moda bir ekipmanınızı(mayo, bikini, plaj terliği, bilmem kaç değer güneş kreminiz, sütünüz, nemlendiricinizi, suya dayanıklı makyaj malzemeniz),rahat etmek için doğal ihtiyaçlarınızı(tuvalet, soğuk içecekler, yemek ve aperatifler),eğlenmek için (müzik, toplu dans partileri, voleybol turnuvaları, masaj salonları, deniz motorları),çeşitli araçlar ve ihtiyaçlar, hepsi metadır ve denize girmek artık sadece yüzmek değildir.
    Hiçbir kapitalist gelişme emeğin toplumsallaşması ve mülkiyetin bireyselleşmesini engellememiştir. Onun bütün projeleri bunu daha çok yapabilmek ama daha gizli ve bulanık halde sunabilmek üzerinedir. Bu gerçek, işçi sınıfı ve onun varlığı saptanmadan, emek süreci, emek sermaye çelişkisine varılmadan açıklanamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder