31 Mayıs 2014 Cumartesi

İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu - Fredirch Engels

                                 








             REKABET 

      
SANAYİ hareketinin hemen başında, rekabetin, dokunmuş mallara olan talepteki artış sonucu dokumacıların ücretini yükselterek, böylece dokumacı-köylüleri, topraklarını yüzüstü bırakıp daha fazla para kazanmak için kendilerini bütün bütün dokuma tezgahlarına vermeye teşvik ederek, proletaryayı nasıl yarattığını, Giriş bölümünde görmüştük. Büyük çiftlik sistemi aracılığıyla küçük çiftçileri nasıl yerlerinden ettiğini, onları proletaryanın saflarına nasıl indirdiğini, ve kısmen kentlere nasıl çektiğini görmüştük; ayrıca küçük-burjuvaziyi büyük çapta nasıl yıktığını, onları da proletaryanın saflarına indirdiğini görmüştük; sermayeyi bir avuç insanın elinde ve nüfusu kentlerde nasıl merkezileştirdiğini görmüştük. Tüm bunlar, modern sanayide tam ifadesini bulan ve serbestçe gelişen rekabetin proletaryayı yaratma ve genişletmesinin çeşitli yolları ve araçları olmuştu. Şimdi,rekabetin, artık var olan işçi sınıfı üzerindeki etkilerini gözlemleyeceğiz. Bu noktada, tek tek işçilerin birinin diğeriyle rekabetinin sonuçlarını geriye doğru izleyerek başlayalım.
      Rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, varolma savaşı, her şey için savaş, gereksinim durumunda ölüm-kalım savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıfları arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir, ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet halindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet halindedirler. Mekanik dokuma tezgahındaki dokumacı, el-tezgahı dokumacısıyla, işsiz ya da düşük ücretli el-tezgahı dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rekabet halindedir; her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere karşı duyduğu nefret, ve bu birliklerin başına çöken her yenilginin burjuvazinin utkusu olması bu nedenledir.
      Proletarya çaresizdir; kendi haline bırakılırsa, tek bir gün bile yaşayamaz. Burjuvazi, sözcüğün en geniş anlamında tüm yaşama araçlarının tekelini eline geçirmiştir. Proletarya neyi gereksiniyorsa, ancak burjuvaziden, kendi tekeli içinde devlet gücü tarafından korunan burjuvaziden alabilir. Bu nedenle proleter, hukuken ve gerçekte, yaşamı ya da ölümü hakkında hüküm verebilen burjuvazinin kölesidir. Burjuvazi ona yaşam araçlarını önerebilir, ancak "denk" bir çalışma sunması karşılığında. Hatta proleterin rüştüne erişmiş sorumlu bir taraf olarak özgür seçimiyle davranıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına; özgür, sınırlanmamış rızasıyla bir sözleşme yapıyormuş gibi bir görünüm kazanmasına bile izin verir.


      Harika bir özgürlük! Proleter, ya burjuvazinin kendisine önerdiği koşulları kabul edecek, ya açlıktan ve soğuktan ölecek, orman hayvanları arasında çıplak uyuyacaktır! Burjuvazinin keyfine göre değerlendirilen harika bir "denk"lik! Ve bir proleter, burjuvazinin "doğal amirleri"nin "hakça" önerilerini kabul etmek yerine açlıktan ölecek kadar budalaysa, onun yerine kolayca bir başkası bulunacaktır; dünyada yeterince proleter vardır ve hepsi de yaşamak yerine ölmeyi yeğleyecek kadar deli değildir.
      Burada işçiler arasında böyle bir rekabet görüyoruz. Eğer tüm proleterler burjuvazi için çalışmak yerine açlıktan ölmekte kararlı olduklarını açıklasalardı, burjuvazi, tekelinden vazgeçmek zorunda kalırdı. Ama böyle olmuyor —zaten olması da olanaksız— burjuvazi de hep zenginliğine zenginlik katıyor. İşçiler arasındaki bu rekabetin yalnızca bir sınırı var; hiçbir işçi, yaşamasına yetecek olandan azı için çalışmaz. Eğer açlıktan ölmesi gerekiyorsa, çalışarak ölmektense tembellik ederek ölmeyi yeğleyecektir. Doğru, bu sınır göreli bir sınır; herkese gereken kendine göredir; bazıları başkalarına göre daha rahata alışkındır; hâlâ şöyle ya da böyle uygar olan İngiliz, paçavralara bürünen, patates yiyen, domuz ahırında uyuyan İrlandalıdan daha fazlasını ister. Ama bu durum, İrlandalıyı, İngilizle rekabetten alıkoymaz; ve ücretleri, onunla birlikte de İngilizin uygarlık düzeyini yavaş yavaş kendi düzeyine inmeye zorlar. Belli tür işler, belli ölçüde uygarlığı gereksinir; sınai mesleklerin hemen tümü de bu tür işlerdendir; o yüzden işçi ücretlerinin, işçiyi gerek duyulan düzeyde tutmaya elverecek ölçüde yüksek bir çerçevede olması burjuvazinin çıkarmadır.
      Yeni göçmüş, önüne çıkan ilk ahırda kamp kurmuş ya da eline geçen her kuruşu içkiye harcadığı için kirayı ödeyemeyip sokağa atılmış İrlandalı ancak yoksul bir imalathane işçisi olur. Bu çerçevede, imalathane işçisinin eline geçecek ücret, çocuklarını düzenli bir iş için yetiştirecek kadar olmalıdır; ama, çocuklarının alacağı ücreti gereksinmeyecek o nedenle de onları işçi olmaktan başka türlü yetiştirecek kadar yüksek de olmamalıdır. Burada da sınır, asgari ücret, görelidir. Ailede herkes çalıştığı zaman, işçi oransal olarak daha az ücretle yetinebilir; burjuvazi de işte bu nedenle, makine çalışmasının olanak sağladığı gibi kadınları ve çocukları çalıştırarak onların emeğinden kâr etmek için fırsatları olabildiği ölçüde kullanagelmektedir. Kuşkusuz her ailede, herkes çalışamaz. Konumu böyle olan aileler, eğer asgari ücretle yaşamak zorunda kalırlarsa, herkesin çalıştığı ailelere göre kötü duruma düşerler. Böylece, ücretler bir ortalama oluşturur; tümü çalışan aile, bu ortalamaya göre, oldukça iyi bir durumdayken, yalnızca birkaç kişisi çalışan aile oldukça kötü duruma düşer. Ama en kötü durumlarda, her emekçi, alıştığı ufak-tefek lükslerden vazgeçmeyi, hiç yaşamamaya yeğler; bir domuz ahırını başı üzerinde bir çatı olmamasına yeğ tutar; çıplak dolaşmak yerine çul-çaput giymeye razı olur; açlıktan ölmektense patatesle yetinmeyi kabullenir. İşi olmayan birçok kişinin başına geldiği gibi, dünyanın gözleri önünde sokağa atılıp yokolmaktansa iyi günlerin geleceği umuduyla yarım ücrete razı olur. Bu çerçevede, hiçten biraz daha fazla bir şey olan bu ufacık ücret asgari ücrettir. Ve elde, burjuvazinin çalıştırsa iyi olacağını düşündüğünden fazla işçi varsa — eğer rekabet savaşı sonucu geriye hâlâ yapacak işi olmayan işçi kalmışsa, onlar yalnızca açlıktan ölmelidir; çünkü burjuva onlara, emeklerinin ürününü kâr ederek satamayacaksa kesinlikle iş vermeyecektir.
      Bütün bunlardan, asgari ücretin ne olduğu ortaya çıkıyor. En çok ücret ise, burjuvazinin kendi arasındaki rekabetle belirlenir; onların da kendi aralarında nasıl rekabet etmek zorunda olduklarını görmüştük. Burjuva sermayesini yalnızca ticaret ve imalat ile artırabilir; her iki durumda da işçilere gereksinimi vardır. Sermayesini faize koysa bile, onlara dolaylı biçimde gereksinim duyar; çünkü ticaret ve imalat olmaksızın, kimse sermayesi için ona faiz ödemez; kimse o sermayeyi kullanamaz. Demek ki, burjuva işçilere gerçekten gerek duymaktadır; ama bu yaşaması için değildir; çünkü yaşamak için, gerektikçe sermayesini tüketebilir; ama bizim bir meta ya da bir yük hayvanını gereksinişimiz gibi, burjuva da bir kâr aracı olarak işçilere gerek duyar. Proleter, burjuvanın yarar sağlayarak sattığı malları üretir. Öyleyse, bu mallara olan talep arttığında, öyle ki birbiriyle rekabet halindeki tüm emekçiler istihdam edildiğinde, ve belki daha fazlası istenir olduğunda, işçiler arasındaki rekabet ortadan kalkar ve burjuvazi kendi arasında rekabet etmeye başlar. İşçi arayışındaki kapitalist çok iyi bilmektedir ki, mallarına olan talebin artması sonucu fiyatlar yükseldikçe kârı da artar, o nedenle de tüm kârı elinden kaçırmaktansa bir parçacık daha fazla ücret öder. Kaz gelecek yere tavuk gönderir ve kazı elde edince tavuğu seve seve işçilere bırakır.Böylece kapitalistler birbiri ardından işçi avına çıkar ve ücretler yükselir; ama ancak artan talebin elverdiği yükseklikte. Fazladan kârının bir bölümünü isteyerek kurban eden kapitalist, olağan kârının bir bölümünü kurban etme tehlikesiyle karşılaşırsa, ortalama ücretlerden daha fazlasını ödememek için gerekeni yapar.
      Buradan giderek, ortalama ücretleri belirleyebiliriz. Ortalama koşullarda, özellikle kendi aralarında rekabet etmek için ne işçilerin ne kapitalistlerin bir nedeni bulunduğu zaman, tam talep edilen mal kadar üretim yapmak için gereken sayıda işçi varolduğu zaman, ücretler asgarinin biraz üstünde olur. Asgarinin üzerine ne kadar çıkacakları, ortalama gereksinimlere ve işçilerin uygarlık derecesine bağlıdır. Eğer işçiler haftada birkaç kez et yemeye alışıklarsa, kapitalistlerin, bu gıda maddesine ulaşılabilmesini sağlayacak kadar ücret ödemeye razı olmaları gerekir; bundan daha azını değil; çünkü işçiler o sıralar kendi aralarında rekabet halinde değildirler ve daha azıyla yetinmelerini gerektirecek bir durum da yoktur; bundan daha fazlasını da değil; çünkü kapitalistlerin, kendi aralarında bir rekabet olmadığına göre, daha fazla yarar göstererek işçileri kendilerine çekmelerini gerektirecek bir durum da söz konusu değildir.
      İşçilerin bu ortalama gereksinimi ve ortalama uygarlığı ölçütü, İngiliz sanayisinin karmaşık ilişkileri nedeniyle çok karmaşıklaşmıştır; daha önce belirtildiği gibi, farklı türden işçiler için bü ölçüt farklıdır. Sınai mesleklerin çoğu, belli bir ustalık ve düzen ister, belli bir uygarlık derecesini de öngören bu nitelikler için ödenecek ücretler öyle olmalıdır ki, işçiyi, bu ustalığı edinmeye ve o düzene tabi olmaya teşvik etmelidir. Sanayi işçilerinin ortalama ücretleri, işte bu nedenle, hamallarınkinden, gündelikçilerin, vb. ücretlerinden özellikle tarım işçilerininkinden yüksektir; bu sonuncusu, kent yaşamı gereksinimlerinin ek maliyetlerinin de etki yaptığı bir olgudur. Başka deyişle işçi hukuken ve gerçekte, mülk sahibi sınıfın  kölesidir; o dereceye kadar köledir ki, bir eşya gibi satılır, bir meta gibi değeri artar ya da azalır. İşçilere olan talep artarsa, işçilerin fiyatı da artar; talep düşerse, fiyatları da düşer. Talep çok büyük ölçüde düşerse, bir miktar işçi satılamaz duruma gelir; eğer ihtiyatta bırakılırlarsa, aylaklaşırlar; aylak olarak yaşayamayacakları için açlıktan ölürler. Çünkü, iktisatçıların diliyle konuşursak, onları var tutmak için girişilen harcamalar yeniden üretilemez; havaya savrulmuş bir para gibi olur; böyle bir şey için de kimse ortaya sermaye koymaz; ve bu noktaya kadar, Malthus, nüfus kuramında tamamen haklıdır. Eski, herkesin diline düşmüş kölelikten tek farkı şudur: bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülksahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır. Onun açısından, işin özünde bir şey değişmez; eğer bu özgürlük benzeri görünüm, bir yandan ona ister-istemez bir miktar gerçek özgürlük veriyorsa, öte yandan, hiç kimsenin onu besleme güvencesi vermemesi gibi bir eksikliği de beraberinde getirir; burjuvazi onun çalıştırılmasında, onun varlığında bir çıkar görmez olursa, efendisinin, burjuvazinin herhangi bir an onu reddetmesi ve açlıktan ölmeye terk etmesi tehlikesi içindedir. Öte yandan burjuvazi, eski kölelik düzenine bakışla bu şimdiki düzenlemede çok daha iyi durumdadır; yatırdığı sermayeden fedakarlık etmeksizin gerekli gördüğü anda çalıştırdığı kişileri işten çıkarabilir ve Adam Smith'in inandırıcı biçimde ortaya koyduğu gibi, işini, köle emeğinden çok daha ucuza yaptırabilir.
      Bunun sonucu olarak, Adam Smith'in çok doğru bir biçimde ortaya koyduğu gibi:
      "İnsana yönelik talep, başka herhangi bir meta için olduğu gibi, zorunlu olarak, insan üretimini düzenler; çok yavaş olduğu zaman hızlandırır, çok hızla ilerlerse durdurur." 
      Herhangi bir meta için olduğu gibi 
Eğer elde az işçi varsa, fiyatlar, yani ücretler artar; işçiler daha çok gönenir, evlilikler artar; ve yeter sayıda emekçi sağlanıncaya kadar daha çok çocuk doğar ve daha fazlası yaşar-büyür. Eğer elde çok fazlası varsa fiyatlar düşer, işsizlik, yoksulluk ve açlık ve onun sonucu olarak da hastalık artar ve "artı nüfus" ortadan kaldırılır. Smith'in yukardaki önermesini daha ileri götüren Malthus da kendi bakış açısından, her zaman bir "artı nüfus" olduğunu söylerken, dünyada her zaman çok fazla insan olduğunu öne sürerken haklıdır; yalnızca, eldeki geçim araçlarından beslenebilecek olandan daha fazla insan olduğunu söylerken yanlıştır.Artı nüfusu, aslında işçilerin kendi aralarındaki rekabet yaratır; bu rekabet her bir işçiyi, her gün, gücünün elverdiği kadar fazla çalışmaya zorlar. Bir imalatçı günde dokuzar saatten on işçi çalıştırabiîirse, her birinin on saat çalışması durumunda dokuz işçi de çalıştırabilir ve onuncu aç kalır. Ve bir imalatçı, işçi talebinin çok yüksek olmadığı bir zamanda işten çıkaracağı tehdidiyle dokuz işçiyi aynı ücretlerle günde bir saat daha fazla çalışmaya zorlayabilirse, onuncuyu işten çıkarır ve şu kadar ücreti tasarruf eder. Bu küçük ölçekte bir süreçtir, ulus ölçeğinde geniş çapta işler. İşçilerin kendi aralarındaki rekabetle doruk noktasına çıkan işçi üretkenliği, işbölümü, makine kullanımı ve doğa güçlerinin sanayiye uygulanması birçok işçiyi ekmeğinden yoksun bırakır. Açlık çeken bu işçiler, böylece pazardan uzaklaştırılırlar; hiçbir şey satın alamazlar; daha önce onlar tarafından gereksinilen miktardaki tüketim maddelerine yönelik talep artık ortadan kalkmıştır, üretilmesine de gerek yoktur; daha önce onları üretmek üzere istihdam edilen işçiler de bu nedenle işten çıkarılırlar ve onlar da pazardan uzaklaştırılırlar ve bu böylece sürer gider, ya da daha doğrusu başka koşullar işe karışmasaydı bu aynı eski döngü sürer giderdi. Daha önce belirtilen üretimi artırıcı sınai güçlerin uygulanması, zaman içinde üretilen maddelerin fiyatında bir düşüşe ve dolayısıyla tüketimde artışa yol açar ve işten çıkarılmış işçilerin büyük bir kesimi uzun süren güçlüklerden, acılardan sonra en sonunda yeniden iş bulur. Eğer buna ek olarak, dış pazarların fethi, son altmış yıl boyunca İngiltere'de olduğu gibi, mamul mallara olan talebi sürekli ve hızlı biçimde artırırsa, işçiye olan talep de artar ve göreli olarak nüfus da artar. Böylece Britanya İmparatorluğunun nüfusu eksilmek yerine olağanüstü bir hızla arttı ve artmayı da sürdürüyor. Ama sanayinin genişlemesine karşın, genelde, işçiye olan talebin artmasına karşın, tüm resmî siyasal partilerin (Toryler, Whigler ve radikaller) itiraf ettikleri gibi, gene de sürekli bir fazla, fuzuli bir nüfus var; işçiler arasındaki rekabet, işçi bulma rekabetinden sürekli olarak daha büyük. Bu uyuşmazlık nereden geliyor? Sınai rekabetin ve onun ortaya çıkardığı ticaret bunalımlarının doğasından geliyor. Doğrudan gereksinimi karşılamak için değil, ama kâr için girişilen, geçim araçlarının halihazırdaki düzensiz üretim ve bölüşümünde, herkesin kendini zenginleştirmek için çalıştığı şimdiki sistemde, her an bozukluklar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Örneğin İngiltere, birçok ülkeye çok değişik mallar gönderiyor. Şimdi, gerçi imalatçı, her bir maddeden her bir ülkede bir yılda ne kadar tüketildiğini biliyor olabilir, ama belli bir anda, elde ne kadar mevcut mal olduğunu bilemez; hele hele rakiplerinin oraya ne kadar ihracat yaptıklarını daha az bilebilir. Ancak fiyatlardaki sürekli dalgalanmalara bakarak, eldeki mal miktarı ve o anın gereksinimi konusunda çok belirsiz sonuçlar çıkarabilir. Mallarını ihraç ederken talihe güvenmek zorundadır. Her şey, bir tahmine dayalı olarak ve körce, raslantıların insafına bırakılarak yapılmaktadır. Lehteki en ufak haber üzerine her biri ne kadar mal ihraç edebilirse eder ve çok geçmeden o piyasa mala boğulur, satışlar durur, sermaye devinimsiz kalır, fiyatlar düşer ve İngiliz sanayisi, işçilerini daha fazla çalıştırmaz. İmalatın gelişiminin başlangıcında, bu kontroller tek tek üretim dalları ve tek tek piyasalarla sınırlıydı; ama rekabetin, bir üretim dalından atılan işçileri en kolay erişilebilen öteki dallara yönelten ve bir pazarda elden çıkarılamayan malları öteki pazarlara aktaran merkezileştirmeci eğilimi, ufak tek tek bunalımları yavaş yavaş birbirine yaklaştırdı ve hepsini periyodik olarak yinelenen tek bunalımda birleştirdi. Bu tür bunalım, genelde kısa bir devinim ve genel gönenç dönemi ardından her beş yılda bir yinelenmektedir;[ tüm dış pazarlar gibi iç pazar da ancak yavaş yavaş emebileceği İngiliz mallarına boğulmuştur; sınai hareket hemen her dalda durgunluğa girer, yatırdıkları sermayeleri uzayıp giden bir devinimsizliğe dayanamayan küçük imalatçılar ve tüccarlar çöker, daha büyükler en kötü mevsimde işe ara verir, fabrikaları kapatır ya da kısa süreli, örneğin yarım gün çalışma düzeni uygular; işsizlerin rekabeti, çalışma süresindeki kısalma ve kârlı satışların ortadan kalkmasının sonucu olarak ücretler düşer; işçiler arasında yoksulluk yaygınlaşır, bireylerin yapmış oldukları küçük tasarruflar hızla tüketilir; insansever yardım kuruluşları aşırı yük altında kalır, yoksullara yardım vergisi ikiye üçe katlanır ama gene de yetmez; açlık çekenlerin sayısı artar ve "artı" nüfusun tümü büyük sayılarda gözler önüne serilir. Bu bir süre böyle sürer; "artı" nüfus olabildiği kadar ayakta kalır ya da dökülür; insansever kurumlar ve Yoksullar Yasası, birçoğuna, acılı varlıklarını sürdürmelerinde yardım eder. Başkaları, sanayiden çok uzak olan, kimsenin pek istemediği için üzerinde rekabet olmayan türden işlerden kazandıkları parayla kıt kanaat geçinirler. İnsanların o kadar az şeyle bir süre ruhlarını bedenlerinde tutabilmeleri ne kadar da hayret vericidir. Yavaş yavaş işler düzelmeye başlar; mal yığınları tüketilir; tüccar ve imalatçılar arasındaki genel moral bozukluğu, pazarların yeniden ve çabucak malla doldurulmasını engeller ve yükselen fiyatlarla her yandan gelen lehte haberler, sonunda canlılığı yeniden sağlar. Pazarların çoğu uzaktır; talep artar ve ilk ihracatlar oralara ulaşırken fiyatlar sürekli artmaktadır; insanlar bu ilk mallar için çekişirler; ilk satışlar ticareti biraz daha canlandırır; beklenen satışlar, daha yüksek fiyatları vaadetmektedir; fiyat artışı bekleyen tüccar spekülatif alımlara başlar ve en çok gereksinildikleri bir zamanda tüketim için üretilmiş mallar tüketimden çekilir. Spekülasyon başkalarını da alıma yönlendirerek ve hemen yeni ithalata yol açarak, fiyatları daha da yukarı iter. Bütün bunlar İngiltere'ye rapor edilir, imalatçılar yeni bir arzuyla üretmeye başlarlar; yeni fabrikalar kurulur; lehteki bu durumdan olabildiği kadar yararlanmak için her çareye başvurulur. Burada da spekülasyon kendini gösterir; dış pazarlarda yaptığı aynı etkiyi, fiyatları yükselterek, malları tüketimden çekerek, imalatı her iki yönde en yüksek noktasına doğru mahmuzlayarak, burada da yapar. Sonra, fiktif sermayeyle çalışan, ödünçle yaşayan, eğer elindeki malı hızla satamazsa çökecek olan cüretli spekülatörler ortaya çıkar; bu yaygın ve düzensiz kâr yarışma kendilerini fırlatır atarlar; fiyatları ve üretimi çılgınlığa sürükleyen bu gemlenmemiş ihtiraslar, düzensizliği ve telaşı katlar. Bu, en deneyimli ve soğukkanlı olanları bile içine çeken çılgın bir savaşımdır; sanki tüm insanlık o an donatılacakmış, sanki ayda iki milyar yeni tüketici keşfedilmiş gibi yünler eğirilir, kumaşlar dokunur, demirler dövülür. Ama bir an gelir ki para edinmesi gereken dış ülkelerdeki zayıf spekülatörler, pazar fiyatının altında satışa başlarlar, çünkü gereksinimleri acildir; bir satışı öteki izler, fiyatlar dalgalanır, spekülatörler, ellerindeki malı dehşet içinde pazara sürerler; pazar karışır, kredi sallanır, bir kuruluş ardından bir başk ası ödemeleri durdurur; iflası iflas izler ve keşfedilir ki, tüketilebilecek olandan üç kat fazla mal ya eldedir, ya yoldadır. Haber, üretimin tam hızıyla sürdüğü İngiltere'ye ulaşır; bu arada tüm çalışanları panik sararken, ülke dışındaki başarısızlık, İngiltere içinde başka başarısızlıklara yolaçar; panik bazı firmaları çökertir; depolardaki mallar o endişeli günlerde burada da piyasaya sürülür ve alarm biraz daha abartılı hale gelir. Bu, daha sonra kendisinden önceki bunalımla aynı yolu izleyen ve yerini yeniden bir gönenç dönemine bırakan bunalımın başlangıcıdır. Bu dursuz duraksız böyie gider — gönenç, bunalım, gönenç, bunalım ve İngiliz sanayisinin içinde devindiği bu sürekli döngü, daha önce belirtildiği gibi, genel olarak beş-altı yılda bir kez tamamlanır.
      Açıkça görülüyor ki, kısa süreli yüksek gönenç dönemleri dışında, İngiliz sanayisi her zaman en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna sahiptir. Bu yedek ordlu, pazarın durumuna göre çalıştırılan bölümünün büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur. Ve eğer pazarın en canlı zamanında tarım yöreleri ve genel gönençten en az etkilenmiş sanayi kolları sanayiye geçici olarak bir miktar işçi sağlarlarsa da bunlar, yalnızca bir azınlıktan ibarettir ve aslında yedek orduya aittirler; tek farkla ki, onların bu orduyla bağlantısının ortaya çıkması için o andaki gönenç gerekmekteydi. Bu işçiler daha canlı çalışma alanlarına girdikleri zaman, eski patronları, yitiği daha az hissetmek için, kadın ve genç işçileri daha uzun saatler boyu çalıştırırlar ve bunalımın başında işten çıkarılıp geri dönen bu gezginciler —en azından bu gibi durumların çoğunda— yerlerinin doldurulduğunu ve fuzuli hale geldiklerini görürler. Bunalım sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek gönençle bunalım arasında ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu, İngiltere'nin "artı nüfusu"dur; dilenerek, çalarak, sokakları süpürerek, tezek toplayarak, el arabasını iterek, eşekleri sürerek, ayak satıcılığa yaparak ya da ara sıra ufak-tefek işler bularak ruhunu bedeninde tutar. Her büyük kentte bu türden çok sayıda insa:a bulunur. Bu "artı nüfus"un sığındığı çareler hayret vericidir. Londra'nın yaya geçidi temizlikçileri tüm dünyada ünlüdür; şimdiye dek büyük kentlerdeki bellibaşlı sokaklar, yaya geçitleri dahil, işsiz kalmış insanlar tarafından süpürülürdü; bunları Yoksullar Yasasının görevlendirdiği kuruluşlar ve belediyeler çalıştırırdı. Ne ki şimdi bir makine yapıldı, bütün gün tıkır-tıkır sokakları süpürüyor ve işsizlerin bu gelir kaynağını berbat ediyor. Büyük kentlere giden, üzerinde büyük çapta atlı araba  trafiği olan karayolları boyunca, önlerinde küçük el-arabaları bulunan çok sayıda insan görülüyor; bu insanlar, geçen atlı arabalar ve atla çekilen omnibüsler arasında yaşamlarını tehlikeye atarak taze at gübresi topluyorlar; resmî görevlilere de bu ayrıcalık için haftada birkaç şilin ödüyorlar. Ne var ki bu iş birçok yerde yasaklanmış bulunuyor; çünkü o zaman içinde tir parça da at gübresi bulunmayan sıradan sokak süprüntiileri gübre diye satılamıyor. Bu "artı nüfus" içinden bir elarabası bulabilen ve iş yapabilene ne mutlu! Hele hele elarabasının yanısıra kendisine bir de eşek ihsan edilenler daha da mutlu. Eşek kendi gıdasını kendisi sağlamak zorunda, yolfcsa bir parça çöp verilir; ama gene de birkaç kuruş getiriyor.
      "Artı nüfus"un çoğu seyyar satıcılık yapar. Özellikle cumartesileri öğleden sonra tüm emekçi halkın sokağa döküldüğü saatlerde, seyyar satıcılıktan para kazanan kalabalığı görebilirsiniz. Ayakkapı ve korse bağcıkları, kuşak, sicim, kek, portakal, kısacası! her türden ufak-tefek mal erkek, kadın ve çocuk satıcılar tarafından satılır; başka zamanlarda da bu satıcılar köşe başlarında beklerken ya da ellerinde kekler, zencefilli ya da ısırganlı gazozlarla giderken görülebilir.Bu satıcıların sattıkları öteki şeyler kibrit, balmumu, ateş yakmak için kullanılan karışımlar vs.'dir. Ne iş olsa yaparım'cılar, sokak sokak dolaşır ufak-tefek işler ararlar. Bunların birçoğu günlük iş bulur, bir kısmı o kadar talihli değildir.
      Doğu Londra vaizi rahip W. Champneys "Dokların [Londra] her birinin kapısında" diyor, "daha şafak sökmeden toplanmış yüzlerce yoksul kişinin belki bir günlüğüne iş bulurum umuduyla kapıcın açılmasını bekledikleri görülür; ve en gençleriyle, en güçlüleri ve bir de tanınanlar işe çağırıldıktan sonra, geri kalan yüzlerce insanın, ertelenmiş umutların yarattığı yürek sızısıyla yoksul ailelerine geri döndükleri gözlenir."
      Bu insanlar, iş bulamıyorlarsa, topluma isyan da etmiyorlarsa geriye dilenmekten başka ne kalır? Ve tabii büyük dilenciler ordusu kimseyi hayrete düşürmemelidir; çoğu gücü-kuvveti yerinde erkeklerdir; ve polis onlarla sürekli savaş halindedir. Ama bu insanların yaptığı dilenciliğin, kendine özgü bir karakteri var. Böyle bir dilenci genelde yolda ailesiyle birlikte, bir yakarı şarkısı söyleyerek, ya da geçenlerin iyilikseverliğine seslenen konuşmalar yaparak dilenir. Asıl çarpıcı olanı da bu dilencilerin hemen hemen özellikle emekçi mahallelerinde görülmesidir} neredeyse tamamen, yoksulun verdiği ile yaşarlar. Ya da aile kalabalık bir caddede bir yere mevzilenir, tek sözcük söylemeksizin, yalnızca çaresiz görüntüsünün birilerine bir şeyler yakarmasını bekler. Bu durumlarda da onlar yalnızca işçilerin sempatisine, deneyimiyle açlığın ne olduğunu bilen ve! günün birinde kendini aynı durumda bulabileceğini bilen işçilerin sempatisine güvenirler. Bu sessiz, ama çok etkileyici yakarı gerçekten de hemen yalnızca, işçilerin aşina olduğu caddelerde ve özellikle de emekçilerin oralardan geçtiği saatlerde karşılık bulur; hele hele emekçi mahalleleri "sırları"nın genelde ortaya döküldüğü ve böylece havası kötülediği için orta-sınıfın olabildiği ölçüde geri çekildiği yaz akşamları karşılık bulur. Ve "artı nüfus" arasından topluma direnecek ölçüde cesareti ve tutkusu olan, burjuvazinin kendisine karşı açtığı örtülü savaşa açıkça savaş ilanıyla yanıt verecek kadar cesareti ve tutkusu olan, soymak, yağmalamak, öldürmek ve yakmak üzere öne çıkar.
      Yoksullar Yasası görevlilerinin raporuna göre, bu artı nüfus İngiltere ve Galler yöresinde ortalama bir-buçuk milyondur; Iskoçya'da Yoksullar Yasası düzenlemeleri olmadığı için, orası hakkında bir rakam verilemiyor. İrlanda'yı ise ayrıca ele alacağız. Üstelik bu bir-buçuk milyon, yalnızca yardım için başvuranlardır; çok nefret edilen bu kolaycı çözüm yoluna başvurmaksızın ayakta kalmaya çalışan çok sayıda insan bu sayının içinde yeralmıyor. Öte yandan, bu sayının hatırı sayılır bir kısmı tarımsal yörelere aittir, ve tartışma konumuz içinde yeralmamaktadır. Bunalım sırasında bu sayı doğal olarak dikkate değer ölçüde artar ve yoksulluk en yüksek noktasına çıkar. Örneğin en sonuncu, ama en şiddetli geçen 1842 bunalımı. Her yinelenişinde bunalımın yoğunluğu arttığı için, en geç 1847'de beklenen gelecek bunalım,ola ki daha sert geçecek, daha uzun sürecektir. 1842 bunalımı sırasında yoksullara yardım vergisi, her kentte o ana dek görülmedik bir düzeye çıkmıştır. Başka kentlerin yanı sıra Stockport'ta emlak vergisi olarak ödenen her sterlin için ayrıca sekiz şilin de yoksullar vergisi ödenmesi gerekmiştir; böylece yoksullar vergisi emlak vergisinin yüzde kırkma ulaşmıştır. Dahası, bazı sokaklardaki evler bütünüyle boşaltılmıştır; nüfus olağandan en az yirmi bin daha azalmıştır; boş evlerin kapılarına "Kiralık Stockport" yazıları asılmıştır. Normal yıllarda emlak vergisinin ortalama 86.000 sterlin olduğu Bolton'da (bunalım sırasında) miktar 36.000 sterline gerilemiştir. Buna karşılık yardım isteyen yoksul sayısı 14.000'e, başka deyişle kent halkının yüzde yirmisinden fazlasına yükselmiştir. Leeds'de Yoksullar Yasası görevlileri, bunalım tepe noktasına ulaşmadan önce, elindeki 10.000 sterlin yedek fonu ve ek 7.000 sterlin katkıyı tüketmiştir. Her yerde olan budur. Tahıl Yasasıyla Savaşım Birliği Komitesinin 1843 Ocak ayında, sanayi yörelerinin 1842'deki durumu hakkında hazırladığı, sanayicilerin ayrıntılı açıklamalarına dayandırılan raporunda öne sürüldüğüne göre yoksullara yardım vergisi, o yıl, 1839'dakinin ortalama iki katına çıkmış, yardıma muhtaç insan sayısı üç kat ve hatta o zamandan bu yana dört kat artmıştır; yardım için başvuranlar, daha önce hiç yardım istememiş olan bir sınıftandır; işçi sınıfının tüketimdeki payı 1834-1836 dönemine göre üçte-ikiden de daha çok aşağı inmiştir; et tüketimi kesinlikle azalmıştır, düşüş bazı yerlerde yüzde yirmi, bazı yerlerde yüzde altmıştır; en sıkıntılı dönemlerde bile genel olarak tam gün çalışan zanaatkarlar, demirciler, nalbantlar, duvarcılar ve benzerleri bu kez iş yokluğundan ve ücret düşüklüğünden büyük zarar görmüşlerdir; Ocak 1843'te bile ücretler hâlâ düşüşünü sürdürmektedir. Ve bunlar imalatçıların raporlarıdır!
      Fabrikası kapanan patronunun iş veremediği aç işçiler, sokaklarda her yana dağılarak tek tek ya da topluca dilenmişler, kaldırımları ordu halinde kuşatarak gelen geçenden yardim istemişlerdir; sıradan dilenciler gibi yalvarıp yaltaklanarak değil, ama sayılarıyla, davranışlarıyla ve sözleriyle tehdit ederek dilenmişlerdir, Leicester'den Leeds'e, Manchester'dan Birmingham'a kadar tüm sanayi yörelerinde durum böyle olmuştur. Temmuzda, Staffordshire porselen fabrikalarında olduğu gibi, şurada-burada karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Sanayi yörelerinde Ağustostaki genel başkaldırıya kadar, işçiler arasında korkutucu bir galeyan egemen olmuştur. Ben Kasım 1842'de Manchester'a vardığım zaman, her köşe başında işsiz emekçi kalabalıkları vardı, birçok fabrika çalışmıyordu. İzleyen aylarda bu gönülsüz köşebaşı aylakları, yavaş yavaş azalmaya başladı ve bir kez daha fabrikalar çalışmaya koyuldu.
      Bu işsizler arasında böyle bir bunalım döneminde egemen olan yoksunluk ve acının ölçüsünü anlatmama gerek yok. Yoksullara yardım vergisi yeterli değil, hem de hiç değil; zenginin hayırseverliği, okyanustaki bir damla gibidir; düştüğü anda yitip gider; dilencilik, bu kalabalıktan pek azına çare olur. Eğer esnaf böyle zamanlarda olabildiği sürece emekçi halka veresiye —itiraf etmeli ki, karşılığını sonradan bol bol alarak— satmasaydı, emekçi halk birbirine yardım etmesiydi, her bir bunalım, artı nüfusun önemli bir bölümünü açlıktan ölüm sonucu ortadan kaldırırdı. Ne var ki en kötü dönem kısa olduğu, en çok bir, iki ya da iki-buçuk yıl sürdüğü için emekçi halkın çoğu, büyük bir yoksunluktan sonra bunalımdan canlı çıkıyorlar. Ama hastalık, vb. gibi dolaylı nedenlerle her bunalım, ilerde değineceğimiz gibi bir sürü mağdur yaratıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder