Bizim gibi yeni
sömürge tipi faşizm ile yönetilen ve emperyalizmle bağlı olan ülkelerde seçim
anları demokrasi oyunu olarak oynanırken bile sınıflar mücadelesinin özel bir
sahnesine dönüşemez. Oyuncular sandığı işaret ederken herkesi bir kefeye doldurur
ve en büyük söylemleri demokrasi olur. Oysa burjuva potitikacıları kendi sınıf
çıkarlarını korumak için iktidara gelir, birebir kendi temsiliyeti ile
uğraşamayacak denli halkı sömürmekle meşgul olan burjuvaların sözcüleri ve
eylemcileri olur. Halkın taraflaşmasına ,desteğine seçilmelerini sağlayana kadar özellikle ihtiyaç duyarlar,bu yüzden kırıntılar şeklinde olsa da emekçi halkın
çıkarları içinde adımlar atar.Burjuva potilkacıları emperyalizmin içsel bir olgu olması ve oligarşik ittifakları yüzünden bunu bile
yapamaz, kalıcı haklar yerine geçici
rantları koyar. İnsanca yaşamı sağlayacak ücret hakkı yerini ayni yardımlar
almış,herkese sağlık hakkı kendi
cebinden karşılanmış,her çalışanı sosyal güvenceye alma ücretlerin asgari ücretlerin altına bile
indirilmesi girişimi olan bölgesel asgari ücretle tehdit edilmiş, asgari
ücretin üstü iyi ücret algısı yaratılmıştır. Sermayenin ve onun temsilcisi burjuva politikacılarının halkla ilişkisi sömürme
ve tehdit içeren, devletin niteliği gereği de bir çeşit havuç sopa ilişkisine
dönüşür. Seçilecekler,hangi sınıfı temsil edecekleri belli
olduğu halde halk bunların içinden seçme özgürlüğünü kullanır. Bu özgürlükleri
gerçekten de vardır ve haklarıdır. Özgürlük ve demokrasi bizim gibi ülkeler de
gelişmiş burjuva demokrasilerinin özelliklerini taşımaz.Faşizm demogoji ve" zor" gücü baskı araçlarını kullanarak iktidara gelir ve orada yine bu araçlarla kalır.Faşizmlerde seçime gidilirken özellikle
kriz anları ve halk hareketleri keskinleştiğinde ,iki yöntem birlikte kullanılır. Bizde bu taraftarlarını
keskinleştirmek için demogoji ve,polisi kendisi için özel "zor" gücü
haline getirmek şeklinde olmaktadır. Halk haziran direnişi ile
başlayan süreçle birlikte bu sonuçları daha net görmeye başladı.
19 Mart 2014 Çarşamba
2 Aralık 2013 Pazartesi
ÖNCE EYLEM VARDI
Korkunç bir gürültü arasında korkunç bir sessizlikle akıyor hayat.
Ses gürültü oluyor, sessizlik bir çığlık. Ve kuşatılıyor hayat, tantanalı, şatafatlı, gösterişli seslerin metalik tınısıyla. Makul ve mantıklı insanlar dolaşıyor ortalıkta “akılcıl” düşünceleri ve “gerçeğe” uygun eyleyişleriyle.
Söz anlamını yitiriyor, içeriksizleşiyor biçimi parlak özü boş laf olmaktan öteye geçemiyor. “özgürlük” “eşitlik” “adalet” “koşullar” “sınıf” “sınıfsızlık” “reel politika” “birey” “toplum” “demokrasi” “mücadele” “uzlaşma” “direniş”vs… Herkesin ağzında bir başka içerikle, bir başka anlam yüklenerek ve gittikçe anlamsızlaşarak “reel politik gerçeğin” içinde yalanlaşmaya başlıyor. Yalan eylem oluyor, eylem yalan.
Gerçek bir dünyanın yalanlaştırılmış tarifleri ve bin bir dolayımıyla yeniden üretilen, ters yüz edilmiş gerçekle koşullanmış, toplumsal ilişkiler içinde gerçeğin bu “somut” hali üzerinden “gerçekçi” politikalar üretiliyor. Yeniden üretilmiş "gerçek", nesnel gerçeğin üzerini örtüyor ve dört bir yandan kuşatıyor. Gerçek yalnızlaşıyor, yalnızlık gerçekleşiyor.
Hiçbir söyleyiş biçiminin gücü bu örtüyü kaldırmaya, kuşatmayı parçalamaya yetmiyor. Çünkü kaldırmak ve parçalamak bir fiildir, eyleyiştir. Eyleyişiyle kopmuş, onun üzerinden yükselmemiş ve onun tarafından doğrulanmamış söz boş bir laf olmaktan öteye geçemiyor. Söz eylemsiz kalıyor, eylem sözsüz.
Her eylem önünde sonunda kendi sözünü yaratır ama hiçbir söz eylemden kopuk olarak gerçek söz haline gelemez. “Devrimler için maddi bir temel lazımdır” devrimci sözde (teori) maddi bir gerçeklik üzerinden kendini oluşturur. Ancak devrimci söz anlayan ve anlatan olmakla yetinemez yorumcu olmakla sınırlanmak istemiyorsa, doğrudan maddi yaşamı değiştirme pratiği içinde yer alıp anlar ve anlatabilir. Devrimci sözün doğrulayıcısı devrimci pratiktir. Devrimci anlatı söz ve eylemin birlikteliğinden oluşur. Aksi takdirde anlatıcının anlatısı, anlayacak olan için anlaşılmaz olur, Lafı ı güzaf olur. Anlatıcının eksik ve yetersiz pratiği kendisi içinde eksik, yetersiz bir anlamanın sınırlarını aşamaz. Yanlış anlayan yanlış eyler. “eğiticinin de eğitilmesi gerekir”. Nesnel gerçeklik ile öznel gerçeklik arasındaki ilişki pratikle gerçekleşir.
Bir düşüncenin, doğru olup olmadığı, sadece kendini ifade ediş biçimiyle, ne kadar “akla uygun” ne kadar “Gerçekçi” ve kadar iyi sunulduğuyla anlaşılamaz. Maddi koşullar kendi çelişkileri ve gelişimi içinde ortaya çıkan ihtiyaçları üzerinden düşüncelerin ortaya çıkış koşullarını hazırlar. “Gerçekleşme düşünceye doğru yönelir” Maddi gerçeklik ile düşüncel gerçeklik arasındaki bütünleşme ve ayrışmanın oluştuğu yer, ya da öznel gerçeğin, nesnel gerçeğe denk düşüp düşmediğinin anlaşıldığı alan pratiktir. Hiçbir düşünce kendini kendisiyle açıklayarak doğrulayamaz. Maddi gerçekliğin kendi çelişkilerinden ve pratiğinden kopuk her düşünce spekülatif kurgular ve tumturaklı laflar olmaktan öteye gidemez.
"Sözde "dünyayı altüst eden" tumturaklı sözlerine karşın, genç-hegelci ekolün ideologları, en büyük tutuculardır. Onlar arasından en gençleri, yalnızca "tumturaklı laflara" karşı savaştıklarını söyledikleri zaman, kendi faaliyetlerini nitelendirecek doğru ifadeyi bulmuş oldular. Ancak, kendilerinin de, bu tumturaklı lafların karşısına, gene tumturaklı laflardan başka bir şey koymadıklarını ve yalnızca bu dünyanın tumturaklı laflarına karşı savaşırken, gerçekten mevcut dünyaya karşı savaşmadıklarını unutuyorlar (Mark ve Engels, 1987: 36).
H er dönem kendi genç-hegelcilerini yaratır. Bunlar bir eyleyiş halinde olmaktan çok bir söyleyiş halindedirler. İçinde bulundukları/bulunmaya çalıştıkları pozisyona uygun olarak, en demokrat, en devrimci, en özgürlükçü, en Ortodoks vb. sözlerle diğerlerinin tumturaklı sözlerine karşı daha tumturaklı sözlerle savaş halindedirler. Sürekli söyleyiş halinde oldukları için ( ya da daha çok söyleyiş halinde oldukları için) eyleyiş haline geçemezler. Eyleyiş halinde olmamak maddi gerçekliğin içinde olmamaktır; onun çelişkilerini, ilişkilerini, işleyişini, gelişimini bilememek demektir. Diğer bir deyimle gerçek dünyadan kopmuş bir “gerçeklik” içinde üretilmiş sözcüklerle “ gerçekten mevcut dünyaya karşı savaşmadıkları” ve değiştirme pratiği içinde olmadıkları bir dünyanın “sözcüleri” durumuna dönüşürler. Bu tür “sözcülüğün” tumturaklı sözlerle oluşturdukları düşüncelerini, fiyakalı bir sunumla ortaya koyuş biçimleriyle düşünceler hiçbir zaman “kitleleri kucaklayıp maddi bir güç haline” gelemez.
Söz gücünü eylemden alır. Eylem önünde sonunda kendi sözünü oluşturur. Eylemin oluşturduğu söz gerçeğin kendisine yöneldiği sözdür. Gerçeğin kendisine yöneldiği ve onunla buluşup bütünleştiği söz maddi koşulların ihtiyaçlarının gerçekleşmesinin temsilcisi haline gelir. Ve ancak böyle bir söz, kitleleri kucaklayıp maddi bir güç olur.
Bilinir ki halk kitlelerinin kendiliğinden bilinci mevcut verili toplumun bilinci olmaktan öteye gitmez. Ve yine bilinir ki “egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür” burjuvazi egemenliğini değişik kurumsal ve ideolojik araçlarla yaygınlaştırıp pekiştirir. Halk kitlelerin bilincinde gerçeğin ters yüz edilmiş bir halde algılanmasını sağlar. Bilinçsiz bir kitle değil “bilinçli” bir kitle oluşturur ama bu bilinç “yanlış bilinçtir.”
Burjuvazi gerçeği ortadan kaldırmaz, gerçeği yeniden üretir. Ve bu üretilmiş, ters yüz edilmiş “yanlış bilinç” Sadece doğruların anlatılmasıyla doğru bilinç haline dönüşmez. Yanlış fikirlere karşı sadece doğru fikirlerle mücadele etmek Marksist bir yöntem değildir. “ama o, daima tarihin gerçek zeminine basar; pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar.(...)
"Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir” (Marks)
Devrimci söz pratik zeminden ne kadar uzaklaşırsa o kadar etkisizleşir. Pratik zeminden uzaklaşmak demek toplumsal ilişkilerin maddi/nesnel gerçeğinden uzaklaşmak demektir. Bu aynı zamanda halk kitlelerinin toplumsal/üretim ilişkileri içinde, gerçek ilişki ve çelişkilerini sürdürdükleri alandan, yani yaşamlarından da uzak olmak demektir. Yaşamlarından uzak olduğunuz insanlar için söyledikleriniz, söz değil ahkâm olur.
"Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir” (Marks)
Devrimci söz pratik zeminden ne kadar uzaklaşırsa o kadar etkisizleşir. Pratik zeminden uzaklaşmak demek toplumsal ilişkilerin maddi/nesnel gerçeğinden uzaklaşmak demektir. Bu aynı zamanda halk kitlelerinin toplumsal/üretim ilişkileri içinde, gerçek ilişki ve çelişkilerini sürdürdükleri alandan, yani yaşamlarından da uzak olmak demektir. Yaşamlarından uzak olduğunuz insanlar için söyledikleriniz, söz değil ahkâm olur.
Halk kitlelerin varlıklarını sürdürdükleri gerçek maddi yaşam koşulları içinde doğrudan yer alarak yaşadıkları nesnel koşulların gerçeğiyle, tersyüz edilmiş gerçekten oluşan yanlış bilinçleri arasındaki tutarsızlık ve çelişkinin yarattığı geriliminin oluşturduğu, çatlağın arasını kanırtmaya ve birlikte eyleyiş halini gerçekleştirmeye başladığınız zaman sözünüz kitleleri kapsamaya, maddi bir güç olmaya başlar.
İşçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri kendi nesnel gerçekliği hakkında sahip oldukları bilince, kitaplardan çok kendi pratik deneyimleri sayesinde ulaşır. Ancak bu kendiliğinden bilinç, Lenin'in deyimiyle "içgüdüsel" ve tohum halindeki bir bilinçtir. Bu "içgüdüsel" bilincin gerçek bilince dönüşmesi ve tohumun filizlenip dal budak salarak tüm sınıf kapsayabilmesi yani "kendiliğinden bilincin, kendisi için bir bilince dönüşmesi" dışarıdan bilinci zorunlu kılar. ( Bunu zorunlu kılan nedenler şimdilik konumuz dışında) Bu bilincin "dışarıdan"lığı sınıfın üstünde, kenarında, yanında, arkasında olmak anlamına gelmez. Tam tersine onun yaşam koşullarının tam ortasında, çelişkilerinin merkezinde ve bu çelişkilerle boğuşma pratiği içinde birlikte yer alarak gerçekleşir. Öncünün görevi her şeyden önce sınıfın pratik mücadele deneyimlerini zenginleştirmektir. Pratik mücadeleyle birleşmemiş ve pratiğin ortaya çıkardığı somutla bağını koparmış ajitasyon ve propaganda gibi faaliyetler kitleler için; kuru nutuklar, sıkıcı anlatılar olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Halk kitleleriyle organik bağlar olmadan ve dışarıda kalarak "dışarıdan bilinç" götürmek mümkün değildir. Zaten böyle bir durumda "götürmek" değil, "göndermek" mümkün olur ki yapılan da daha çok bu olmaktadır. Geniş bir kesim, halk kitlelerine göndermelerde bulunmaktan öte gidememektedir. Bu gönderiler ise halk kitleleri için "uzaktan mektuplar" olarak pek bir karşılık bulmamaktadır.
Ne zaman ki
Öncüyle halk arasındaki organik ilişki kurulmaya başlar; gerçeğin üzerindeki örtü kalkmaya, kuşatma parçalanmaya, gürültü anlaşılır bir sese, sessizlik eyleme, eylem yeniden söze, söz yeniden eyleme yükselir.
İşçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri kendi nesnel gerçekliği hakkında sahip oldukları bilince, kitaplardan çok kendi pratik deneyimleri sayesinde ulaşır. Ancak bu kendiliğinden bilinç, Lenin'in deyimiyle "içgüdüsel" ve tohum halindeki bir bilinçtir. Bu "içgüdüsel" bilincin gerçek bilince dönüşmesi ve tohumun filizlenip dal budak salarak tüm sınıf kapsayabilmesi yani "kendiliğinden bilincin, kendisi için bir bilince dönüşmesi" dışarıdan bilinci zorunlu kılar. ( Bunu zorunlu kılan nedenler şimdilik konumuz dışında) Bu bilincin "dışarıdan"lığı sınıfın üstünde, kenarında, yanında, arkasında olmak anlamına gelmez. Tam tersine onun yaşam koşullarının tam ortasında, çelişkilerinin merkezinde ve bu çelişkilerle boğuşma pratiği içinde birlikte yer alarak gerçekleşir. Öncünün görevi her şeyden önce sınıfın pratik mücadele deneyimlerini zenginleştirmektir. Pratik mücadeleyle birleşmemiş ve pratiğin ortaya çıkardığı somutla bağını koparmış ajitasyon ve propaganda gibi faaliyetler kitleler için; kuru nutuklar, sıkıcı anlatılar olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Halk kitleleriyle organik bağlar olmadan ve dışarıda kalarak "dışarıdan bilinç" götürmek mümkün değildir. Zaten böyle bir durumda "götürmek" değil, "göndermek" mümkün olur ki yapılan da daha çok bu olmaktadır. Geniş bir kesim, halk kitlelerine göndermelerde bulunmaktan öte gidememektedir. Bu gönderiler ise halk kitleleri için "uzaktan mektuplar" olarak pek bir karşılık bulmamaktadır.
Ne zaman ki
Öncüyle halk arasındaki organik ilişki kurulmaya başlar; gerçeğin üzerindeki örtü kalkmaya, kuşatma parçalanmaya, gürültü anlaşılır bir sese, sessizlik eyleme, eylem yeniden söze, söz yeniden eyleme yükselir.
O zaman;
Gerçek çoğalmaya, çoğalma gerçekleşmeye başlar.
Eylem gerçekleşir, gerçek eylemleşir.
Uydurulmuş gerçekler ve gerçek olmayan eylemcikler/eylemsiler yalan olur.
Gerçek çoğalmaya, çoğalma gerçekleşmeye başlar.
Eylem gerçekleşir, gerçek eylemleşir.
Uydurulmuş gerçekler ve gerçek olmayan eylemcikler/eylemsiler yalan olur.
Aksi takdirde, birilerinin çıkardığı korkunç gürültüler arasında, karşımızdaki gerçek, “sessiz çoğunluk” olur
7 Kasım 2013 Perşembe
Post-Marksizmin Eleştirisi -James Petras
“Post-marksizm” neo-liberalizmin zaferi ve işçi sınıfı hareketinin geri çekilmesiyle birlikte moda bir entelektüel tavır oldu. Latin Amerika’da reformist sol tarafından terk edilen alan bir ölçüde kapitalist politikacı ve ideologlar, teknokrat ve muhafazakar tutucu kiliseler (Yahudi cemaatları ve Vatikan) tarafından dolduruldu. Geçmişte bu alan, sosyalistler, yurtseverler, halkçı politikacılar ve “özgürlüğün teolojisi”yle(1) birlikte hareket eden kilise eylemcilerinin egemenliği altındaydı ve merkez sol, ne yukarıdaki politik rejimler içinde ne de aşağıdaki politikleşmiş halk sınıfları içinde etkiliydi. Bugünse, radikal solun yokluğu politik entelektüellerin, sendikaların siyasallaşmış kesimlerinin, kır ve kentlerdeki toplumsal hareketlerin olmadığının kanıtıdır. Günümüzün en yoğun çatışması, bu anlamda, marksizm ile “post-marksizm” arasındaki çatışmadır.
Bugün, ideolojileri, bağlantıları ve uygulamaları marksist teori ve pratikle açıktan çatışma ve uzlaşmazlık içinde olan ve neo-liberalizmin destekçisi büyük sermayenin ve devletin kurumları tarafından desteklenip büyütülen sayısız “sosyal” örgüt ortaya çıkmıştır. Sermaye sahiplerinin neo-liberal projelerine uyum göstererek ideolojik ve politik olarak bu projelerin uygulanmasında aktif rol alan bu oluşumlar, kendilerini çoğu kez “devlet dışı” ya da “bağımsız araştırma merkezleri” olarak tanımlamaktadırlar.
Bu makale, söz konusu oluşumların ideolojik bileşenlerini tanımlayıp eleştirecek ve daha sonra bunların sınıf temelli hareket ve yaklaşımlarla çatışan faaliyetlerini ve eylemsizliklerini anlatacaktır. Bunu, “post-marksizm”in evrimi, kökenleri ve geleceğinin tartışılması ve marksizmin düşüşü ve muhtemel geri dönüşü bağlamında bir tartışma izleyecektir.
Bugün, ideolojileri, bağlantıları ve uygulamaları marksist teori ve pratikle açıktan çatışma ve uzlaşmazlık içinde olan ve neo-liberalizmin destekçisi büyük sermayenin ve devletin kurumları tarafından desteklenip büyütülen sayısız “sosyal” örgüt ortaya çıkmıştır. Sermaye sahiplerinin neo-liberal projelerine uyum göstererek ideolojik ve politik olarak bu projelerin uygulanmasında aktif rol alan bu oluşumlar, kendilerini çoğu kez “devlet dışı” ya da “bağımsız araştırma merkezleri” olarak tanımlamaktadırlar.
Bu makale, söz konusu oluşumların ideolojik bileşenlerini tanımlayıp eleştirecek ve daha sonra bunların sınıf temelli hareket ve yaklaşımlarla çatışan faaliyetlerini ve eylemsizliklerini anlatacaktır. Bunu, “post-marksizm”in evrimi, kökenleri ve geleceğinin tartışılması ve marksizmin düşüşü ve muhtemel geri dönüşü bağlamında bir tartışma izleyecektir.
Etiketler:
anti-emperyalizm,
devlet,
ideoloji,
işbirliği,
james petras,
marksist,
Marksizm,
neo-liberalizm,
örgütleri,
post-marksizm,
sınıf,
sınıf mücadelesi,
sınıflar,
STK'lar
1 Kasım 2013 Cuma
SAVAŞA VE "ATA TOPRAKLARININ SAVUNULMASI"NA KARŞI MARKSİST TUTUM
ML. düşünce oldukça uzun zamandır burjuva ideolojisi ve onun sol içindeki uzantıları tarafından yoğun bir kuşatma altında. Kuşatma güçlerinin değişik yöntem ve araçlarla sürdürdükleri bu saldırı, doğrudan inkar, çarpıtma,içeriğini boşaltma vb. biçimlerde sürüyor. Bütün bu yöntemlerin dışında en sinsice kullanılan yöntem ise "eskitme" diye adlandırabileceğimiz, "ML. kaynaklarda yazılanlar doğrudur fakat bir çoğu bu günü karşılamamaktadır, onları hatim edip durmakla günün sorunlarına cevap bulamayız" girizgahıyla başlayan ve içine ustalıkla yerleştirilmiş, Marksizmin "değişim", "zaman mekan", "dogmatik olmama" gibi doğru kavramlarının kullanıldığı "eskileri bir kenara bırakalım, yeni bir şeyler üretelim" le sonuçlanan yöntem.
Bu tarzın en büyük özelliği ML. düşüncenin kendi doğrularını ML'i revize etmek için kullanmaktaki ustalığıdır
ML. mücadele tarihinin şu ana kadar ki teorik ve pratik birikimlerinin "eskimiş" "günü karşılamaz" "yetersiz" olduğu düşüncesi hakim kılındığı zaman ortaya çıkan ilk sonuç referanssız ve herkesin "kafasına göre" konuşabildiği ilkesiz, ölçüsüz ve tarihsiz bir zemin üzerinden "günü karşılayan yeni teorilerin özgürce üretildiği" koşulların ortaya çıkmasıdır. Bu koşullar içinde "eskimiş" ML klasiklerle kafa yormanın da pek anlamı yoktur. O devasa hazine bırakın kütüphanelerin raflarında tozlanmaya terk edilmeyi, raflarda kendine yer bile. bulamamaktadır. Bu yeni entelektüel beyler, elinizde ML klasiklerden birini gördükleri zaman, yüzlerinde alaycı bir ifade ve küçümseyici bir ses tonuyla "ya, siz hala bunları mı okuyorsunuz" diye ahkam kesmeyi de çok severler. Ahkamları bizlerin üzerinde pek etkili olmaz ama özellikle genç kuşaklar üzerindeki etkisi yıkıcıdır. Bu kuşağın içinde bir biçimde devrimcileşmeye çalışanlar sosyalizmi ve devrimciliği "eskimiş" olandan değil yeni (?) olandan öğrenmeye yönlendirilir. Kendine Marksist,sosyalist diyen ama Lenin'in Ne Yapmalı'sından bihaber, Marksizmin Bir Karikatürü'nün Lenin'in bir kitabı olarak değil de belkide bir mizah dergisi olabileceğini düşünen bir sosyalist kuşak yetişmeye başlar...
Bu tarzın en büyük özelliği ML. düşüncenin kendi doğrularını ML'i revize etmek için kullanmaktaki ustalığıdır
ML. mücadele tarihinin şu ana kadar ki teorik ve pratik birikimlerinin "eskimiş" "günü karşılamaz" "yetersiz" olduğu düşüncesi hakim kılındığı zaman ortaya çıkan ilk sonuç referanssız ve herkesin "kafasına göre" konuşabildiği ilkesiz, ölçüsüz ve tarihsiz bir zemin üzerinden "günü karşılayan yeni teorilerin özgürce üretildiği" koşulların ortaya çıkmasıdır. Bu koşullar içinde "eskimiş" ML klasiklerle kafa yormanın da pek anlamı yoktur. O devasa hazine bırakın kütüphanelerin raflarında tozlanmaya terk edilmeyi, raflarda kendine yer bile. bulamamaktadır. Bu yeni entelektüel beyler, elinizde ML klasiklerden birini gördükleri zaman, yüzlerinde alaycı bir ifade ve küçümseyici bir ses tonuyla "ya, siz hala bunları mı okuyorsunuz" diye ahkam kesmeyi de çok severler. Ahkamları bizlerin üzerinde pek etkili olmaz ama özellikle genç kuşaklar üzerindeki etkisi yıkıcıdır. Bu kuşağın içinde bir biçimde devrimcileşmeye çalışanlar sosyalizmi ve devrimciliği "eskimiş" olandan değil yeni (?) olandan öğrenmeye yönlendirilir. Kendine Marksist,sosyalist diyen ama Lenin'in Ne Yapmalı'sından bihaber, Marksizmin Bir Karikatürü'nün Lenin'in bir kitabı olarak değil de belkide bir mizah dergisi olabileceğini düşünen bir sosyalist kuşak yetişmeye başlar...
28 Ekim 2013 Pazartesi
Haziran Direnişi Ve Ön Perspektifler
Haziran
direnişi olarak nitelendirdiğimiz toplumsal hareket üzerine birçok
değerlendirme yapıldı ve daha da yapılacak. Uzun zamandır ileri düzeyde bir
toplumsal pratiğin açlığını çeken ve yüzden de üretkenliği sınırlanan ve
gerileyen teori somutun/pratiğin zengin uyaranlarıyla canlanıp kendini yeniden
üretme şansını da yakaladı. Genel bir doğrudur; sınıf mücadelesi pratiğinin
gerilediği dönemler devrimci teoride de bir gerilemeye denk düşer. Teoride bir
tür donma ve kendini tekrarlama hali başlar. Yükselen mücadele pratiği somutun
zenginliği içinde bilinçleri de uyarır ve zenginleştirir. Aynı zamanda o zamana
kadar üretilmiş olanın gelişen pratiğin sınırlarıyla orantılı olarak
sınanmasını sağlar. Yanlışlar, doğrular mücadelenin pratik turnusolu içinde ayırt
edilmeye başlanır.
Haziran
direnişi kendi sınırlarıyla orantılı olarak böyle bir olanak sundu. Şimdi sorun
bu pratiği algılayan bilinçlerin algıdan kavrama, somuttan soyuta, pratikten teoriye
geçerken yöntemlerinin ve perspektiflerinin ne olacağı. Çünkü farklı yöntemler
ve perspektifler farklı sonuçlara çıkar. Bizler açısından yöntem sorunun yanıtı net
gibidir. Yöntemimiz; diyalektik materyalizm, perspektifimiz; sınıfsaldır. Ama
durum ne yazık ki bu kadar basit değildir. En büyük sorunumuz yukarıdaki “net
yanıtta” ortaklaşıyor olsak da pratiği kendi öznel teorimizi haklı
çıkartacak,doğrulayacak biçimde bir kanıt olarak kullanmak alışkanlığıdır. Dolayısıyla, pratiği
kitabımıza uydurmak gibi bir zaafımız ortak tarihimizde küçümsenmeyecek kadar
yaygındır. Umarız objektif davranmayı becerebilenlerimiz daha fazla olur. Aksi takdirde hayat bir kere daha bizi
sollayıp geçer…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)