2 Aralık 2013 Pazartesi

ÖNCE EYLEM VARDI




Korkunç bir gürültü arasında korkunç bir sessizlikle akıyor hayat.

Ses gürültü oluyor, sessizlik bir çığlık. Ve kuşatılıyor hayat, tantanalı, şatafatlı, gösterişli seslerin metalik tınısıyla. Makul ve mantıklı insanlar dolaşıyor ortalıkta “akılcıl” düşünceleri ve “gerçeğe” uygun eyleyişleriyle.

Söz anlamını yitiriyor, içeriksizleşiyor biçimi parlak özü boş laf olmaktan öteye geçemiyor. “özgürlük” “eşitlik” “adalet” “koşullar” “sınıf” “sınıfsızlık” “reel politika” “birey” “toplum” “demokrasi” “mücadele” “uzlaşma” “direniş”vs… Herkesin ağzında bir başka içerikle, bir başka anlam yüklenerek ve gittikçe anlamsızlaşarak “reel politik gerçeğin” içinde yalanlaşmaya başlıyor. Yalan eylem oluyor, eylem yalan.

Gerçek bir dünyanın yalanlaştırılmış tarifleri ve bin bir dolayımıyla yeniden üretilen, ters yüz edilmiş gerçekle koşullanmış, toplumsal ilişkiler içinde gerçeğin bu “somut” hali üzerinden “gerçekçi” politikalar üretiliyor. Yeniden üretilmiş "gerçek", nesnel gerçeğin üzerini örtüyor ve dört bir yandan kuşatıyor. Gerçek yalnızlaşıyor, yalnızlık gerçekleşiyor.

Hiçbir söyleyiş biçiminin gücü bu örtüyü kaldırmaya, kuşatmayı parçalamaya yetmiyor. Çünkü kaldırmak ve parçalamak bir fiildir, eyleyiştir. Eyleyişiyle kopmuş, onun üzerinden yükselmemiş ve onun tarafından doğrulanmamış söz boş bir laf olmaktan öteye geçemiyor. Söz eylemsiz kalıyor, eylem sözsüz.

Her eylem önünde sonunda kendi sözünü yaratır ama hiçbir söz eylemden kopuk olarak gerçek söz haline gelemez. “Devrimler için maddi bir temel lazımdır” devrimci sözde (teori) maddi bir gerçeklik üzerinden kendini oluşturur. Ancak devrimci söz anlayan ve anlatan olmakla yetinemez yorumcu olmakla sınırlanmak istemiyorsa, doğrudan maddi yaşamı değiştirme pratiği içinde yer alıp anlar ve anlatabilir. Devrimci sözün doğrulayıcısı devrimci pratiktir. Devrimci anlatı söz ve eylemin birlikteliğinden oluşur. Aksi takdirde anlatıcının anlatısı, anlayacak olan için anlaşılmaz olur, Lafı ı güzaf olur. Anlatıcının eksik ve yetersiz pratiği kendisi içinde eksik, yetersiz bir anlamanın sınırlarını aşamaz. Yanlış anlayan yanlış eyler. “eğiticinin de eğitilmesi gerekir”. Nesnel gerçeklik ile öznel gerçeklik arasındaki ilişki pratikle gerçekleşir.

Bir düşüncenin, doğru olup olmadığı, sadece kendini ifade ediş biçimiyle, ne kadar “akla uygun” ne kadar “Gerçekçi” ve kadar iyi sunulduğuyla anlaşılamaz. Maddi koşullar kendi çelişkileri ve gelişimi içinde ortaya çıkan ihtiyaçları üzerinden düşüncelerin ortaya çıkış koşullarını hazırlar. “Gerçekleşme düşünceye doğru yönelir” Maddi gerçeklik ile düşüncel gerçeklik arasındaki bütünleşme ve ayrışmanın oluştuğu yer, ya da öznel gerçeğin, nesnel gerçeğe denk düşüp düşmediğinin anlaşıldığı alan pratiktir. Hiçbir düşünce kendini kendisiyle açıklayarak doğrulayamaz. Maddi gerçekliğin kendi çelişkilerinden ve pratiğinden kopuk her düşünce spekülatif kurgular ve tumturaklı laflar olmaktan öteye gidemez.

"Sözde "dünyayı altüst eden" tumturaklı sözlerine karşın, genç-hegelci ekolün ideologları, en büyük tutuculardır. Onlar arasından en gençleri, yalnızca "tumturaklı laflara" karşı savaştıklarını söyledikleri zaman, kendi faaliyetlerini nitelendirecek doğru ifadeyi bulmuş oldular. Ancak, kendilerinin de, bu tumturaklı lafların karşısına, gene tumturaklı laflardan başka bir şey koymadıklarını ve yalnızca bu dünyanın tumturaklı laflarına karşı savaşırken, gerçekten mevcut dünyaya karşı savaşmadıklarını unutuyorlar (Mark ve Engels, 1987: 36).

H er dönem kendi genç-hegelcilerini yaratır. Bunlar bir eyleyiş halinde olmaktan çok bir söyleyiş halindedirler. İçinde bulundukları/bulunmaya çalıştıkları pozisyona uygun olarak, en demokrat, en devrimci, en özgürlükçü, en Ortodoks vb. sözlerle diğerlerinin tumturaklı sözlerine karşı daha tumturaklı sözlerle savaş halindedirler. Sürekli söyleyiş halinde oldukları için ( ya da daha çok söyleyiş halinde oldukları için) eyleyiş haline geçemezler. Eyleyiş halinde olmamak maddi gerçekliğin içinde olmamaktır; onun çelişkilerini, ilişkilerini, işleyişini, gelişimini bilememek demektir. Diğer bir deyimle gerçek dünyadan kopmuş bir “gerçeklik” içinde üretilmiş sözcüklerle “ gerçekten mevcut dünyaya karşı savaşmadıkları” ve değiştirme pratiği içinde olmadıkları bir dünyanın “sözcüleri” durumuna dönüşürler. Bu tür “sözcülüğün” tumturaklı sözlerle oluşturdukları düşüncelerini, fiyakalı bir sunumla ortaya koyuş biçimleriyle düşünceler hiçbir zaman “kitleleri kucaklayıp maddi bir güç haline” gelemez.

Söz gücünü eylemden alır. Eylem önünde sonunda kendi sözünü oluşturur. Eylemin oluşturduğu söz gerçeğin kendisine yöneldiği sözdür. Gerçeğin kendisine yöneldiği ve onunla buluşup bütünleştiği söz maddi koşulların ihtiyaçlarının gerçekleşmesinin temsilcisi haline gelir. Ve ancak böyle bir söz, kitleleri kucaklayıp maddi bir güç olur.

Bilinir ki halk kitlelerinin kendiliğinden bilinci mevcut verili toplumun bilinci olmaktan öteye gitmez. Ve yine bilinir ki “egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür” burjuvazi egemenliğini değişik kurumsal ve ideolojik araçlarla yaygınlaştırıp pekiştirir. Halk kitlelerin bilincinde gerçeğin ters yüz edilmiş bir halde algılanmasını sağlar. Bilinçsiz bir kitle değil “bilinçli” bir kitle oluşturur ama bu bilinç “yanlış bilinçtir.”

Burjuvazi gerçeği ortadan kaldırmaz, gerçeği yeniden üretir. Ve bu üretilmiş, ters yüz edilmiş “yanlış bilinç” Sadece doğruların anlatılmasıyla doğru bilinç haline dönüşmez. Yanlış fikirlere karşı sadece doğru fikirlerle mücadele etmek Marksist bir yöntem değildir. “ama o, daima tarihin gerçek zeminine basar; pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar.(...)
"Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir” (Marks)

Devrimci söz pratik zeminden ne kadar uzaklaşırsa o kadar etkisizleşir. Pratik zeminden uzaklaşmak demek toplumsal ilişkilerin maddi/nesnel gerçeğinden uzaklaşmak demektir. Bu aynı zamanda halk kitlelerinin toplumsal/üretim ilişkileri içinde, gerçek ilişki ve çelişkilerini sürdürdükleri alandan, yani yaşamlarından da uzak olmak demektir. Yaşamlarından uzak olduğunuz insanlar için söyledikleriniz, söz değil ahkâm olur.

Halk kitlelerin varlıklarını sürdürdükleri gerçek maddi yaşam koşulları içinde doğrudan yer alarak yaşadıkları nesnel koşulların gerçeğiyle, tersyüz edilmiş gerçekten oluşan yanlış bilinçleri arasındaki tutarsızlık ve çelişkinin yarattığı geriliminin oluşturduğu, çatlağın arasını kanırtmaya ve birlikte eyleyiş halini gerçekleştirmeye başladığınız zaman sözünüz kitleleri kapsamaya, maddi bir güç olmaya başlar.

İşçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri kendi nesnel gerçekliği hakkında sahip oldukları bilince, kitaplardan çok kendi pratik deneyimleri sayesinde ulaşır. Ancak bu kendiliğinden bilinç, Lenin'in deyimiyle "içgüdüsel" ve tohum halindeki bir bilinçtir. Bu "içgüdüsel" bilincin gerçek bilince dönüşmesi ve tohumun filizlenip dal budak salarak tüm sınıf kapsayabilmesi yani "kendiliğinden bilincin, kendisi için bir bilince dönüşmesi" dışarıdan bilinci zorunlu kılar. ( Bunu zorunlu kılan nedenler şimdilik konumuz dışında) Bu bilincin "dışarıdan"lığı sınıfın üstünde, kenarında, yanında, arkasında olmak anlamına gelmez. Tam tersine onun yaşam koşullarının tam ortasında, çelişkilerinin merkezinde ve bu çelişkilerle boğuşma pratiği içinde birlikte yer alarak gerçekleşir. Öncünün görevi her şeyden önce sınıfın pratik mücadele deneyimlerini zenginleştirmektir. Pratik mücadeleyle birleşmemiş ve pratiğin ortaya çıkardığı somutla bağını koparmış ajitasyon ve propaganda gibi faaliyetler kitleler için; kuru nutuklar, sıkıcı anlatılar olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Halk kitleleriyle organik bağlar olmadan ve dışarıda kalarak "dışarıdan bilinç" götürmek mümkün değildir. Zaten böyle bir durumda "götürmek" değil, "göndermek" mümkün olur ki yapılan da daha çok bu olmaktadır. Geniş bir kesim, halk kitlelerine göndermelerde bulunmaktan öte gidememektedir. Bu gönderiler ise halk kitleleri için "uzaktan mektuplar" olarak pek bir karşılık bulmamaktadır.

Ne zaman ki
Öncüyle halk arasındaki organik ilişki kurulmaya başlar; gerçeğin üzerindeki örtü kalkmaya, kuşatma parçalanmaya, gürültü anlaşılır bir sese, sessizlik eyleme, eylem yeniden söze, söz yeniden eyleme yükselir.

O zaman;
Gerçek çoğalmaya, çoğalma gerçekleşmeye başlar.

Eylem gerçekleşir, gerçek eylemleşir.
Uydurulmuş gerçekler ve gerçek olmayan eylemcikler/eylemsiler yalan olur.

Aksi takdirde, birilerinin çıkardığı korkunç gürültüler arasında, karşımızdaki gerçek, “sessiz çoğunluk” olur

7 Kasım 2013 Perşembe

Post-Marksizmin Eleştirisi -James Petras

“Post-marksizm” neo-liberalizmin zaferi ve işçi sınıfı hareketinin geri çekilmesiyle birlikte moda bir entelektüel tavır oldu. Latin Amerika’da reformist sol tarafından terk edilen alan bir ölçüde kapitalist politikacı ve ideologlar, teknokrat ve muhafazakar tutucu kiliseler (Yahudi cemaatları ve Vatikan) tarafından dolduruldu. Geçmişte bu alan, sosyalistler, yurtseverler, halkçı politikacılar ve “özgürlüğün teolojisi”yle(1) birlikte hareket eden kilise eylemcilerinin egemenliği altındaydı ve merkez sol, ne yukarıdaki politik rejimler içinde ne de aşağıdaki politikleşmiş halk sınıfları içinde etkiliydi. Bugünse, radikal solun yokluğu politik entelektüellerin, sendikaların siyasallaşmış kesimlerinin, kır ve kentlerdeki toplumsal hareketlerin olmadığının kanıtıdır. Günümüzün en yoğun çatışması, bu anlamda, marksizm ile “post-marksizm” arasındaki çatışmadır.
Bugün, ideolojileri, bağlantıları ve uygulamaları marksist teori ve pratikle açıktan çatışma ve uzlaşmazlık içinde olan ve neo-liberalizmin destekçisi büyük sermayenin ve devletin kurumları tarafından desteklenip büyütülen sayısız “sosyal” örgüt ortaya çıkmıştır. Sermaye sahiplerinin neo-liberal projelerine uyum göstererek ideolojik ve politik olarak bu projelerin uygulanmasında aktif rol alan bu oluşumlar, kendilerini çoğu kez “devlet dışı” ya da “bağımsız araştırma merkezleri” olarak tanımlamaktadırlar. 
Bu makale, söz konusu oluşumların ideolojik bileşenlerini tanımlayıp eleştirecek ve daha sonra bunların sınıf temelli hareket ve yaklaşımlarla çatışan faaliyetlerini ve eylemsizliklerini anlatacaktır. Bunu, “post-marksizm”in evrimi, kökenleri ve geleceğinin tartışılması ve marksizmin düşüşü ve muhtemel geri dönüşü bağlamında bir tartışma izleyecektir.

1 Kasım 2013 Cuma

SAVAŞA VE "ATA TOPRAKLARININ SAVUNULMASI"NA KARŞI MARKSİST TUTUM

ML. düşünce oldukça uzun zamandır burjuva ideolojisi ve onun sol içindeki uzantıları tarafından yoğun bir kuşatma altında. Kuşatma güçlerinin değişik yöntem ve araçlarla sürdürdükleri bu saldırı, doğrudan inkar, çarpıtma,içeriğini boşaltma vb. biçimlerde sürüyor. Bütün bu yöntemlerin dışında en sinsice kullanılan yöntem ise "eskitme" diye adlandırabileceğimiz, "ML. kaynaklarda yazılanlar doğrudur fakat bir çoğu bu günü karşılamamaktadır, onları hatim edip durmakla günün sorunlarına cevap bulamayız" girizgahıyla başlayan ve içine ustalıkla yerleştirilmiş, Marksizmin "değişim", "zaman mekan", "dogmatik olmama" gibi doğru kavramlarının kullanıldığı "eskileri bir kenara bırakalım, yeni bir şeyler üretelim" le sonuçlanan yöntem.

Bu tarzın en büyük özelliği ML. düşüncenin kendi doğrularını ML'i revize etmek için kullanmaktaki ustalığıdır
ML. mücadele tarihinin şu ana kadar ki teorik ve pratik birikimlerinin "eskimiş" "günü karşılamaz" "yetersiz" olduğu düşüncesi hakim kılındığı zaman ortaya çıkan ilk sonuç referanssız ve herkesin "kafasına göre" konuşabildiği ilkesiz, ölçüsüz ve tarihsiz bir zemin üzerinden "günü karşılayan yeni teorilerin özgürce üretildiği" koşulların ortaya çıkmasıdır. Bu koşullar içinde "eskimiş" ML klasiklerle kafa yormanın da pek anlamı yoktur. O devasa hazine bırakın kütüphanelerin raflarında tozlanmaya terk edilmeyi,  raflarda kendine yer bile. bulamamaktadır. Bu yeni entelektüel beyler, elinizde ML klasiklerden birini gördükleri zaman, yüzlerinde alaycı bir ifade ve küçümseyici bir ses tonuyla "ya, siz hala bunları mı okuyorsunuz" diye ahkam kesmeyi de çok severler. Ahkamları bizlerin üzerinde pek etkili olmaz ama özellikle genç kuşaklar üzerindeki etkisi yıkıcıdır. Bu kuşağın içinde bir biçimde devrimcileşmeye çalışanlar sosyalizmi ve devrimciliği "eskimiş" olandan değil yeni (?) olandan öğrenmeye yönlendirilir. Kendine Marksist,sosyalist diyen ama Lenin'in Ne Yapmalı'sından bihaber, Marksizmin Bir Karikatürü'nün Lenin'in bir kitabı olarak değil de belkide bir mizah dergisi olabileceğini düşünen bir sosyalist kuşak yetişmeye başlar...

28 Ekim 2013 Pazartesi

Haziran Direnişi Ve Ön Perspektifler

Haziran direnişi olarak nitelendirdiğimiz toplumsal hareket üzerine birçok değerlendirme yapıldı ve daha da yapılacak. Uzun zamandır ileri düzeyde bir toplumsal pratiğin açlığını çeken ve yüzden de üretkenliği sınırlanan ve gerileyen teori somutun/pratiğin zengin uyaranlarıyla canlanıp kendini yeniden üretme şansını da yakaladı. Genel bir doğrudur; sınıf mücadelesi pratiğinin gerilediği dönemler devrimci teoride de bir gerilemeye denk düşer. Teoride bir tür donma ve kendini tekrarlama hali başlar. Yükselen mücadele pratiği somutun zenginliği içinde bilinçleri de uyarır ve zenginleştirir. Aynı zamanda o zamana kadar üretilmiş olanın gelişen pratiğin sınırlarıyla orantılı olarak sınanmasını sağlar. Yanlışlar, doğrular mücadelenin pratik turnusolu içinde ayırt edilmeye başlanır.

Haziran direnişi kendi sınırlarıyla orantılı olarak böyle bir olanak sundu. Şimdi sorun bu pratiği algılayan bilinçlerin algıdan kavrama, somuttan soyuta, pratikten teoriye geçerken yöntemlerinin ve perspektiflerinin ne olacağı. Çünkü farklı yöntemler ve perspektifler farklı sonuçlara çıkar. Bizler açısından yöntem sorunun yanıtı net gibidir. Yöntemimiz; diyalektik materyalizm, perspektifimiz; sınıfsaldır. Ama durum ne yazık ki bu kadar basit değildir. En büyük sorunumuz yukarıdaki “net yanıtta” ortaklaşıyor olsak da pratiği kendi öznel teorimizi haklı çıkartacak,doğrulayacak biçimde bir kanıt olarak kullanmak alışkanlığıdır. Dolayısıyla, pratiği kitabımıza uydurmak gibi bir zaafımız ortak tarihimizde küçümsenmeyecek kadar yaygındır. Umarız objektif davranmayı becerebilenlerimiz daha fazla olur.   Aksi takdirde hayat bir kere daha bizi sollayıp geçer…

20 Ekim 2013 Pazar

HAZİRAN DİRENİŞİ ÜZERİNE/ Bora Kara

“Gezi direnişi” “gezi ayaklanması” “Haziran direnişi” vb. diye adlandırılan halk hareketi sürecinin başlamasından bu yana geçen süre neredeyse 5 ay olacak. Biz yazımız da yukarıdaki tanımlardan Haziran Direnişi tanımını kullanmayı tercih edeceğiz. 
Süreç, başlangıcından bu yana değişik aşamalardan geçti. İlerlemeler, geri çekilmeler, güç biriktirme, tıkanmalar ve tıkanıklıkların yeni araç ve yöntemlere eşlik eden örgütlenme modelleriyle aşılmaya çalışılması… Bu gün gelinen aşamayı göreceli bir durgunluk ve aşılması gereken sorunların kendini ortaya koyduğu bir dönem olarak niteleyebiliriz. Hareketin ateşi sönümlenmiş gibi görünse de bir köz olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bundan sonra atılacak doğru adımlar bu közün daha düzenli, programlı ve “bilinçli” bir halk ateşi olarak yeniden canlanmasını sağlayabilir. Yanlış adımlar ise, közün küllenmesine, daha da kötüsü sistemin kendini yeniden yenilemesini sağlayacak liberal ve reformist  bir inisiyatifin elinde, egemenleri ısıtan bir şömine ateşine dönüştürebilir.