19 Nisan 2025 Cumartesi

 

Neden Kapitalizmde Ahlâk İstisna, Ahlâksızlık Kuraldır?

Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi.
FİKRET BAŞKAYA

Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da "ekonomi" veya "piyasa ekonomisi" deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musîbetin insanlığın normal hali olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor...

Oysa, kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatcı/antropolog, "Büyük Dönüşüm" adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/ tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu:

"Ama hiçbir toplum,  insânî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamızdı". Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi'den yüz yıl kadar önce, "Felsefenin Sefaleti" adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu:

"En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zamann gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her sey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır."

Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, moderleşme, çağdaşlaşma, "muasır medeniyeti yakalama", "kalkınma" sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...

Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor:1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya 'çılgın' rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potonsiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa 'sorumluluk' kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur.

Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsunlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin "kalkınması" ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden/ yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insânî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbûl ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?

Öyleyse bu tersliğin gersinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Mâlûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, bilim erbabını, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, "sivil toplum örgütü" denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi... velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda... Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, "etik değerlerden" söz etmek ne anlama gelebilir?

Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için "her şeyin mübah" sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa,  çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve birinin [azınlığın] durumunun "iyileşmesi" ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Mâlûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor.

Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturuluyor, sözde etik kurallar vâzediyor... Dünya Bankası bundan bir kaç yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini veriyordu... Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil, yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmaleri ve insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık "durumunun" taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla...

Bir kadın komşumuz oğlunun "beceriksizliğinden, pısırıklığından, işbilmezliğinden" yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. "Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı" dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, "yok yok hocam oğlum müsrif değildir, hiç bir aşarılığı yoktur" cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu... İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor... Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor.

Ve etkili/yektili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin yapılacağını... söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin sadece göze görünen küçük bir kısmı... Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/ kokuşmu/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi/tamamı... Durum böyle ama şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar...

Eğer kazanmak, ne pahasına olursa olsun kazanmak kural haline gelmişse, zenginlik de maddi zenginlikten [daha fazla şeye sahip olmak] ibaret sayılıyorsa, öğretmenin öğrencisini bir kazanç aracı olarak görmesi artık "olağan" bir şeydir. Öğrencisine yeterli ilgiyi göstermez, öğretmesi gerekeni öğretmez, düşük not verip, "başarısız" sayar ve ona derste öğretmediğini 'özel derste' veya 'özel dersanede öğretmeyi yeğler. Tıp profesörü, insan sağlığını iyileştirecek araştırmalar için laboratuvara kapanmak yerine daha çok 'kazanmak' için ne gerekiyorsa yapar, futbolcu ve hakem daha fazla 'kazanmak' için şike operasyonuna dahil olur, avukat karşı taraf daha çok teklif edince 'akıllı davranmayı' yeğler, hakim kararı verirken sadece 'vicdanının sesini' değil, başka sesleri dinlemeyi daha 'uygun' bulur, üniversite üyesi, bütün bir yıl boyunca öğretmediğini 'yaz okulunda' beş, altı haftada öğretir, verdiği derslerin saatini akşama, değilse geç saatlere kaydırmayı yeğler ki 'kazancı artsın'.., bakanlığın ilgili büyük/küçük memuru ihaleyi en çok "komisyon" verene "lâyık görür", belediye başkanı imar planında değişiklik yaparak hızla "kalkınır..." İşbitirici müteahhit de işi 'iyi bitirmenin' bir gereği olarak, demirden, çimento'dan, mümkün olan her şeyden, ve tabii en çok da işçinin emeğinden çalmayı yeğler... Ve inşa ettiği evler çöktüğünde ve insanlar  öldüğünde bunun bir 'takdir-i ilâhî' olduğu söylenir...


Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: Yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir "trafik kazasına" uğramayı, değilse "faili meçhul" bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp 'akıllı'. 'gerçekçi' olma yolunu seçecektir... Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ "çürük elmalardan" söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Cuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir...

Kumar dememek için "şans oyunu" deniyor... Aslında portresi on milyarlarca dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil, milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddaa, kazı-kazan, at yarışları, paralı yarışma programları, vb.  devasa bir kumar sektörüdür.  Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan, bir emek harcamadan da 'kazanılabildiği' bilincinin yerleşmesini sağlıyor. Aslında genel bir çerçevede bu 'oyunlar' oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri için bir tür ek vergi demektir... Amaç işlevi birilerini 'ütmek' olsa da, asıl tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir.

Slogan şöyle: "Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın"? Siz küçük hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde 'büyük hırsız' gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar... Fakat büyük hırsızların 'en büyük hayır sever, yoksul dostu' olarak sunulması da burjuva uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine harcarlar, hayırseverliğin timsâli olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların elinden ödül alırlar... Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla... Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, 'bağımsız karar verme' yeteneklerini dumura uğratıyor...

Metalaşma, paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk etkinliğin  de bu sürecin dışında kalması mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın, metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihânet etmeden kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve unutmamak gerekir ki, kaptalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicellliğin kural olmasıdır.

Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür 'makineye' indirgeyen, maddi zerginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötütülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [ point de repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar? (FB/NV)

10 Ağustos 2023 Perşembe

BİR AVUÇ DEVRİMCİ VE KÜÇÜK BURJUVAZİNİN İDEOLOJİK HEGOMONYASI



Bugüne kadar yapılan “en önemli, en özel” seçimlerden biri daha geride kaldı. Seçim öncesi kesin bir zafer havası içinde olan burjuva muhalefet, ona eklemlenmiş olan küçük burjuva reformist sol ve peşlerinden sürükledikleri kitle müthiş bir hayal kırıklığı ve karamsarlık içinde. Burjuva muhalefet ve reformist solun kurmayları, politik kıvraklıklarıyla durumu çok da kötü değilmiş gibi göstermeye çalışsa da, peşlerinden sürükledikleri kitle tam bir umutsuzluk ve hayal kırıklığı yaşamaktadır. Küçük burjuvazi ve işçi emekçi kesimlerin ana bileşenlerini oluşturduğu homojen olmayan bu seçmen kitlesinin, ekonomik kriz ve hayat pahalılığı ortak dertleri olmasına rağmen, sınıfsal konumlarına bağlı olarak, yaşadıkları sıkıntı ve kaygılar birbirinden çok farklıdır. Küçük burjuvazi ekonomik krizle birlikte konfor alanlarında daralmalar yaşar, var olan küçük mülkiyet dünyasını kaybedip proleterleşmek korkarken, işçi sınıfının korkusu; açlık, işsizlik, emek yoğun sömürü koşullarının ağırlaşmasıdır. Seçim zaferine kesin gözüyle bakan, ülkeye “baharlar geleceğine” ve bu baharlar içinde güzel günler göreceğine inanmış ve kendini buna hazırlamış olan küçük burjuvazinin seçim yenilgisi karşısında yaptığı ilk iş, bu yenilginin sorumluluğunu kendi üstünden atmak olmuştur. Onun anlattıklarını bir türlü anlamayan, olaylara bir türlü “laik, demokratik, özgürlükçü, çağdaş, bilimsel vs. vs.” bakamayan cahil ve eğitimsiz Anadolu halkı bu sonucu hak etmiştir, gerisi artık onun sorunudur, hak ettiği cezayı çekmelidir.

Küçük burjuvazi, “ülkenin cahil kalabalığının bunu hak ettiği, bu halk için bir şey yapmaya değmediği” tespitleriyle, emekçi halka “ çağdaş, modern ve kültürlü bir yaşamı” öğrettiği akıl hocalığından şimdilik istifa ederek, kendi sınıfsal dertlerine çekilip, ardından kapitalizm içinde yeniden konforuna kavuşacağı kişisel çıkarları için kafa yormaya başlamıştır bile. Yurt dışına çıkabilmek, “aklını kullanarak” pragmatik ilişkilerle sistem içinde küçük kırıntılar kapmak, elindeki küçük mülkiyetini kaybetmeden koruyabilmek ve mümkünse biraz kazanç elde etmek gibi konular üzerine ürettiği sayısız projelerle meşguldür.  be çare ki bir süre sonra bütün projeleri iflas edecek, üç aşağı beş yukarı yeniden aynı yere gelecektir. Ne yaparsa yapsın, mevcut sistem içinde bir türlü “küçük” sıfatından kurtulamayıp, sistem içinde elde ettiği küçük ayrıcalıkları her an kaybetme korkusuyla yaşamaya devam edecektir. Bu ülkenin Küçük burjuvazisinin geniş bir kesimi için “mevcut sistem” tanımı, kapitalizm anlamına değil, gelişmemiş, geri kapitalizm anlamına gelir. Bu yüzden en büyük hayali, ekonomik olarak gelişmiş bir kapitalizmin medeni ve uygar toplumsal koşullarında yaşamaktır. İyi bir batı kapitalizmi hayranıdır. Fırsat buldukça batı kapitalizminin ekonomik ve sosyal gelişmişliğini överken, yaşadığı ülkenin geri kalmışlığına, görgüsüzlüğüne cahilliğine söver. Hayalindeki ülkelerden birine kapağı atamadığı ve kendi yaşadığı ülkede böyle bir kapitalizmin olabileceğinden umudu kestiği dönemlerde, önce belli bir süre bunalıma girip, siyasal ve toplumsal olarak her şeye boş vermiş bir görüntü çizer. Bunalım ve umutsuzluğunun en dibe vurduğu anda bir bakmışsınız keskin bir solcu, öfkeli bir isyankar olarak karşımıza çıkıverir. Ama onun ökesi de isyanı da kendine özgüdür. Saman alevi gibi yanar ve söner. Siz isyanın yeni başladığını düşünürken o, çoktan kendi korunaklı alanlarına çekilmiş, isyanın başarısı ve başarısızlıklarını tahlilini yapmaya başlamıştır ve bunu kendi sınıfsal konumuna uygun, toplumsal projelere kanalize etmenin yollarını aramaya başlamıştır bile. Eğer küçük burjuvazi ile bir iş yapıyorsanız ister barışçıl, ister savaşçı bir alanda olsun, onu kollamayı ve kendinizi korumayı unutmayacaksınız. Proletaryanın ideolojik ve örgütsel olarak geri olduğu dönemler, küçük burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki ideolojik hegomonyasını çok daha kolay kurup, işçi sınıfı saflarında temizlenmesi uzun yılları ve çetin mücadeleleri gerektiren derin bir kirlilik yarattığı dönemlerdir. Böyle dönemlerde devrimcilerin görevi, zorunlu kalmadıkça küçük burjuvaziyle işbirliğine girmemek, zorunlu birliklerde ise ilkelerden en ufak bir taviz vermemek ve bütün gücünü proletaryanın bağımsız örgütlenmesinin oluşturulmasına harcamak olmalıdır.


Düzeni değiştirebilmek için, bir an yanıp sönen saman alevi gibi bir isyan ateşi yetmez. Karşı devrimin saldırıları karşısında, o ateşi canlı tutabilmek gerekir. Faşizmin seni darmadağın ettiği anlarda elindeki son kor parçasını, son kıvılcımı koruyabilmek için kaç defa yandığının, kaç defa kendi küllerinden yeniden doğduğunun hesabının tutulamadığı/tutulamayacağı uzun süreli bir yangındır devrim. Küçük burjuvazi sınıfsal karakteri nedeniyle böyle uzun vadeli ve zorlu fedakarlıklar isteyen mücadelelere gelemez. O, bu dünyaya yaşamak için gelmiştir, istediği her şeyi “hemen şimdi” ister. Dünyayı yaşanır kılmak için, kendi yaşamını ortaya koymak ne kadar saçma bir anlayıştır. Bunlar küçük burjuvanın anlayacağı şeyler değildir. “soyut bir gelecek için somut bugünden vazgeçemez.“ onun için önemli olan günü yaşamak, günü kurtarmaktır. Geleceği de gelecektekiler düşünsün. Hele ki Faşizmin baskıları artıp içlerinde hareket edebilecekleri düşük riskli alanlar daralmaya başlayınca, isyan ateşleri ve keskin söylemleri hızla sönümlenmeye başlar. Baskılar çok fazla artmışa bir süre pek ortalıkta görünmezler. Sonra yavaş yavaş reel duruma uygun, reel politik projelerle ortalıkta görünmeye başlarlar. Bir önceki aşamadaki o isyankar ve ateşli dilin yerini, yumuşak ve makul dil alır. Artık her türlü şiddete karşı olan, günün gerçeklerine uygun politikalar ve buna uygun bir dil oluştururlar. “Barış, çoğulculuk, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, kişisel yaşam hakları” gibi kavramlar öne çıkar. “Sosyalizm, devrim, sınıf çatışması” gibi kavramlar, “reel duruma” denk düşmeyen, güncelliğini yitirmiş konular olarak terk edilir. Düzen içi mücadele araçları öne çıkartılmaya, “somut duruma uygun” olarak sınıfsal ittifaklar kurulmaya başlanır. Öyle ki gerici yandaş sermaye karşısında Koç, Eczacıbaşı gibi sermaye kesimlerine bile adeta pozitif ayrımcılık yapılır. Düzen içi mücadele denilince ilk akla gelen araçlardan bir seçimler olur. Yerelinden geneline tüm seçimler üzerine hesaplar yapılmaya, ittifaklar kurulmaya, ittifak pazarlıkları kızışmaya başlar. Seçim bir taktik olmaktan çıkıp strateji, araç olmaktan çıkıp amaç haline gelir. Böyle büyük bir amaç stratejik olarak yenilgiye uğrayınca doğal olarak bozgun da büyük olur ve her şey yeniden başa döner.

"Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir, herşeye yeniden başlamak gerekir. “ ( Ernesto Che Guevera – Latin Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi) 

Küçük burjuvazinin sınıfsal karakterine denk düşen bu mücadele anlayışı, kapitalizm var olduğu sürece şu veya bu biçimde varlığını sürdürecektir. Çünkü kapitalizm var olduğu sürece küçük burjuvazi de şu veya bu biçimde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Küçük burjuva İdeolojisinin en önemli özelliklerinden biri de, kendi niceliğini aşarak, örgütsüz proletarya da dahil olmak üzere, değişik halk kesimlerine doğru yayılan hastalıklı bir bulaşıcılığa sahip olmasıdır. Bu yüzden üretim süreci içindeki konumları küçük burjuva olmasa da, küçük burjuva gibi düşünen ve yaşayan halk kesimlerinin de hızla artığını görürüz.

Yukarıda, “kapitalizm var olduğu sürece küçük burjuvazi de şu veya bu biçimde varlığını sürdürmeye devam edecektir.” dedik ve ekleyelim: Kapitalizm var oldukça varlığını sürdürecek ve yaşamın bütün tarihsel gelişimini belirleyecek olan temel dinamik ise sınıflar mücadelelisidir. Bu mücadelenin iki ana sınıfı proletarya ve burjuvazidir. Küçük burjuvazi bu iki sınıfın arasına sıkışmış bir ara sınıf olarak kabul edilir. Üretim sürecindeki yerinden kaynaklı bu ara durum, onun bütün toplumsal ilişkilerine, ideolojik, politik tüm özelliklerine tutarsızlık ve güvenilmezlik olarak yansır. Ne zaman ne yapacağı, her hangi bir mücadele de ne kadar yol yürüyeceği, ne zaman yanındakileri yarı yolda bırakacağı belli olmaz. Ama vardır ve varlığı ile sınıf mücadelesini etkiler. Kimi zaman bu etki olumlu veya olumsuz anlamda oldukça önemli olur. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ülkelerde daha homojen bir yapıya sahip olmalarına rağmen, bizim gibi geri bıraktırılmış, yeni sömürge ülkelerde daha parçalı ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişmediği, demokratik sorunlarının çözümlerinin de proletaryanın omuzlarına yüklendiği bu ülkelerde demokrasi sorunu bir devrim sorunudur ve bu sürecinin değişik aşamalarında proletarya küçük burjuvazi ile sık sık yan yana gelmek ittifaklar ve birlikler kurmak zorunda kalacaktır. Ama bu bir araya gelişler kesinlikle proletaryanın ideolojik hegomonyası ve önderliği altında olmak zorundadır. “Öyleyse, sosyal-demokrasinin ayrı, bağımsız ve tamamen bir sınıf partisinin mutlak zorunluluğu da, her türlü kuşkunun ötesindedir. Öyleyse, burjuvaziyle birlikte "ortak bir darbe vurma" taktiklerimizin geçici niteliği ve "bir düşmanı" kollar gibi "müttefikimizi de" sıkı bir biçimde kollama görevi de her türlü kuşkunun ötesindedir ..“ ((Lenin; C. 9, “İki Taktik…”, s. 75).

13 Mayıs 2023 Cumartesi

DEVRİMCİ BİR ÇÖZÜMÜN unsurlarını oluşturmak


Önce  ekonomi ve politika ilişkisi üzerine olan düşüncelerimizi özetleyelim: Ekonomik alan ile politik alan arasındaki ilişkinin diyalektik bir ilişki olduğunu kabul ederiz. Marksist tahlil, kapitalizmin nesnel çelişki ve gelişim dinamikleri ile öznel dinamiklerinin diyalektiği üzerinden oluşur. Ekonomik indirgemeci anlayışla, Marksist anlayış arasındaki farkta kendini burada ortaya koyar. Ekonomik indirgemeci anlayış, iktisadi nesnelliğin politikadaki dolayımsız, birebir karşılığını bulmaya çalışan kaba bir anlayışa sahip olduğu gibi, politikanın ekonomi üzerindeki karşı etkisini ya hiç kabul etmez, ya da çok küçümser. Bu anlayış bize ait olmadığı gibi, devrimciler tarafından mahkum edilen bir anlayıştır. 

Politika, daha genel bir deyimle üst yapı, alt yapı üzerinde karşı bir etkiye sahiptir. Ayrıca, öyle tarihsel dönemler olur ki üst yapı alt yapının biçiminin belirlenmesinde belirleyici bir ağırlık kazanabilir. Ama altı çizilmesi gereken şurasıdır; Politikanın karşı etkisi, nesnel iktisadi koşulların sınırlarının dışına çıkamaz.(Burada ele aldığımız burjuva politikasının işleyişidir.Devrimci politika daha farklı bir diyalektike sahiptir) Örneğin;kapitalizmin içine girdiği bir krizin atlatılması için, devlet karşı bir etkiyle çeşitli tedbirler alır ve düzenlemeler yapar, buna uygun politikalar üretir. Bununla birlikte, bu politikalar iktisadi koşulların zorunluğunun sonucu olduğu gibi, aynı şekilde bu koşulların sınırlılığına sıkı sıkıya bağlıdır. Ekonomik koşulların dışında, ondan bağımsız bir politika mümkün değildir. Lenin, "politika ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir”  derken tam da bunu anlatır. Eski bir deyimle, son tahlilde en alakasızmış gibi görünen üst yapısal öğeler ekonomik alt yapı tarafından belirlenir. Bazıları çok çıplak, bazıları bir dizi karmaşık dolayımlarla kendini ortaya koyarlar. Kapitalist sistemde temel belirleyicilik hiçbir zaman  politikada (daha kapsayıcı bir tanımla üst yapı da) değildir. Böyle görünmesi ve gösterilmesi bir yanılsamadır. Böyle bir yanılsama üzerinden politika yapmak; sistemin her şeyi tersten gösteren işleyişi içinde bu yanılsamayı doğru gibi algılayan kitlelerin, bu yanılsamalarının pekişmesini sağlar. Kapitalist sistemde gerçeği bozulmuş ve ters yüz edilmiş bir biçimde algılayan kitleler, tam da buna uygun olarak ekonominin belirleyiciliğini değil, politikanın belirleyiciliğini görürler. Bu yüzden onların geri bilincinde, sorunların kaynağı sistemin ekonomik çelişkileri değil, politik durumudur. Eğer yolunda gitmeyen bir şeyler varsa bunun nedeni, kötü politik yönetim ve politikacılardır. Şu burjuva partisi veya hükümetinin yanlış politikalarının sonucudur. "Onu değiştirirsek olumsuzlukları da ortadan kaldırabiliriz." Kimi zaman sorun daha da tekilleştirilip, şu veya bu burjuva politikacısının kişiliğine indirgenir. Kitlelerin kendiliğinden bilincinde var olan bu durum bir  yanılsama,gerçeğin ters-yüz edilmiş halidir. 

Bugün milyonlarca insan, kötülüklerin kaynağı olarak AKP hükümetini ve gittikçe de AKP'ninde  ötesinde Erdoğan'ın politikalarını görüyor. Ama bu bilinç, AKP ile kapitalist sistem arasındaki bağı gören, bu politikanın (akp politikasının) sistemin ekonomik ilişki ve çelişkileri tarafından belirlendiğinin farkında olan bir bilinç değil.(En fazla "yandaş sermaye"diye bir şey görüyor ve yandaş sermayeye karşı "diğer" sermaye ile işbirliğine hazır, ondan medet umuyor) Gördüğü tek şey; kötü bir partinin, kötü bir hükümetin,kötü bir politikacının kötü politikalarıdır. Bu yanılsama üzerinde yükselen bir AKP karşıtlığını örgütlemeye çalışmak, emekçi halkın yanılgısını örgütlemeye çalışmak demektir. AKP’yi ya da herhangi bir başka burjuva hükümetini, kapitalizmin kendisini gizleyecek bir biçimde abartarak öne çıkartmak, bu abartı üzerinden hedef tahtası haline getirmek, sistemin bu hedef tahtası arkasında saklanmasına destek olmak demektir.

30 Nisan 2022 Cumartesi

1 MAYIS SADECE 1 MAYIS DEĞİLDİR



Üç yıl önce yayınlanan bu yazı yeniden düzenlenerek yayınlanmıştır.
***

Sınıf mücadelesi bazen geri çekilmenin ve mevzii kaybetmenin ağır bedelleri olduğu bir sınıra dayanır. Yaşadığımız dönemde devrimci mücadelenin durumu tam da böyle bir sınır durumundadır. 12 Eylül yenilgisinden sonra bir dizi inişli çıkışlı aşamalardan geçen devrimci mücadele bir türlü kendini toparlayarak istenilen düzeye varamamış, geri düşüş durdurulamamıştır. Haziran Direnişiyle yaşanan sıçramanın devrimci bir halk örgütlenmesine kanalize edilmesi konusunda da kayda değer bir başarı sağlanamamıştır. Haziran Direnişi sonrası saldırılarını her alanda pervasız bir şekilde artıran egemen sınıflar, açık zoru faşist terörü en üst düzeye çıkartarak uygulamaya başlamışlardır. Nispi demokrasinin bütün görünümleri hızla ortadan kaldırılırken açık faşizmin icrasının yeni bir varyasyonu sahnededir.

26 Mart 2022 Cumartesi

HAREKETİMİZiN ACİL GÖREVLERİ

 

  
"Çalışan milyonların adaleli kolları kalkacak ve asker süngüleri ile korunan despotizmin boyunduruğu atomlarına kadar parçalanacaktır." 

Rus Sosyal-Demokrasisi, bir Rus İşçi sınıfı partisinin acil görevinin, otokrasinin yıkılması. siyasi özgürlüğünün kazanılması olduğunu defalarca belirtmiştir. Bu. on beş yıl önce. Rus Sosyal-Demokrasisinin temsilcileri -Emeğin Kurtuluşu grubu- tarafından ortaya atıldı. Bu. 1898 baharında Rus Sosyal-Demokratik İşçi Partisini kuran Rus Sosyal Demokratik örgütleri temsilcileri tarafından da ileri sürülmüştü. Fakat bu, pek çok kez tekrar edilen, açıklamalara rağmen, Rusya'da Sosyal-Demokratların politik görevleri sorunu bugün yine önem kazanmıştır. Hareketimizin pek çok temsilcisi. sorunun yukarıda sözü edilen çözümünün doğruluğundan kuşkuludurlar. Ekonomik mücadelenin yüksek önemi olduğu iddia edilmektedir; proletaryanın politik görevleri arka plana itilmiş, daraltılmış ve sınırlandırılmıştır. Hatta Rusya'da bağımsız bir işçi sınıfı partisi kurmaktan bahsetmenin sadece başkalarının sözlerini tekrarlamak olduğu söylenmiştir. Yani işçiler sadece ekonomik mücadele vermeli ve politikayı liberaller ile ittifak halinde bulunan aydınlara bırakmalıdırlar. Yeni inanışın en son iman ikrarı (meşhur Credo).(1) Rus proletaryasının henüz Sosyal-Demokratik programı tamamen reddedecek olgunluğa erişmediğini ilan etmek anlamına gelmektedir. Rabochaya Mysl özellikle Ayrı Ek'inde aşağı yukarı aynı tutum dadır. Rus Sosyal Demokrasisi bir kararsızlık ve kendini inkara yaklaşan bir bocalama devresi geçirmektedir. Bir taraftan işçi sınıfının hareketi sosyalizmden tecrit edilmekte; işçilere sadece ekonomik mücadelelerini yürütmekte yardımcı olunmakta, fakat bir bütün olarak hareketin politik görevlerini ve sosyalist amaçlarını açıklamak için hiçbir şey yapılmamakta. ya da çok az şey yapılmaktadır. Diğer taraftan da sosyalizm. işçi hareketinden tecrit edilmektedir; Rus sosyalistleri. işçilerin kendilerini ekonomik mücadeleye hasrettiklerinden. yönetime karşı mücadelenin tamamen aydınlar tarafından yürütülmesi zorunluluğundan yine her gün daha fazla söz etmeye başlıyorlar. Kanımızca üç koşul bu esef verici olaylar için gerekli zemini hazırlamıştır. Birincisi. ilk faaliyetleri sırasında, Sosyal-Demokratlar kendilerini yalnız propaganda alanında çalışmakla sınırlamışlar dır. Kitleler arasındaki ajitasyonu başlattığımızda. kendimizi diğer aşırı uca gitmekten her zaman alıkoyamıyorduk. İkincisi, "politika" denildiğinde. işçi sınıfı hareketinden kopuk bir faaliyeti anlayan  Ekonomistler. bağımsız bir işçi sınıfı siyasi partisinin kurulmasına karşı çıkıyor ve işçi hareketi için devrimci bir teorinin önemini İnkar ediyorlardı. Lenin, 1902 yılında yayımlanan Ne Yapmalı? adlı kitabında ve diğer eserlerinde ekonomistlerin görüşlerinin tamamen saçma ve zararlı olduğunu ispatladı ve politikayı tamamen gizli mücadeleye indirgeyen Narodnaya Volya taraftarlarına(2) karşı, ilk çalışmalarımız sırasında sık sık var olma hakkımız için mücadele etmek zorunda kaldık. Bu tip politika anlayışını reddederken Sosyal Demokratlar. politikayı tamamen arka plana itmek aşırılığına kaydılar. Üçüncüsü, küçük yerel işçi çevrelerinin tecrit edilmişliği içinde çalışan Sosyal-demokratlar. yerel grupların tüm faaliyetlerini birleştirecek ve devrimci hareketi doğru çizgilerle örgütlemeyi mümkün kılacak bir devrimci parti örgütleme zorunluluğuna dikkat etmediler. Ekonomik mücadelenin egemen durumda olması doğal olarak tecrit edilmiş çalışmanın egemen durumda olmasına bağlıdır. Bu koşullar hareketin tek tarafta yoğunlaşmasına sebep oldu. "Ekonomist': eğilim (yani, eğer buna "eğitim" diyebilirsek) bu dar görüşlülüğü yeni bir teori düzeyine yükseltmeye çabalamış ve pek moda olan Bernsteinciliği (3) ve eski burjuva fikirleri yeni bir etiket . altında satan, pek moda olan "Marksizm'in eleştirisi"ni bu amaç için kullanmaya çalışmıştır. Bu çabalar yalnız, Rus işçi sınıfı hareketiyle. politik özgürlük için yapılan mücadelenin öncü müfrezesi olan Rus Sosyal-Demokrasisi arasındaki bağın zayıflaması tehlikesini ortaya çıkarmıştır. Hareketimizin en acil görevi bu bağı güçlendirmektir.

20 Ocak 2022 Perşembe

MÜCADELE BİRLİK AYRIŞMA

 Daha önce paylaştığımız bu yazı, bazı bölümleri  yeniden düzenlenerek yayınlanmaktadır.

SINIFSAL PERPEKTİF



Birlik sorunu sosyalistler için her daim güncelliğini koruyan önemli bir sorun olmuştur. İçinde bulunulan koşullara göre birliği zorlayan nedenler farklı olmakla birlikte, gerekli olma durumu hiç ortadan kalkmamıştır. Öyle ki, kimi zaman adeta bir birlik fetişizmine dönüşerek “ illa birlik, ne pahasına olursa olsun birlik” abartısına varan anlayışların da ortaya çıkmasına ve “asgari müştereklerde birleşmek” için karşılıklı “esnemenin” ilkesizliğe vardığı şekilsiz, ilkesiz “birliklerin” oluşmasına da neden olmuştur. Aslında birlik olmayan bu “birlikler” kısa bir süre sonra dağılarak, vuslat bir başka bahara bırakılmıştır. Bazı arkadaşların da belirttiği gibi tarihimiz “nasıl birlik olunamazın” dersleriyle doludur. Elbette ki, bu olumsuz deneyimler birlik sorunun önemini ortadan kaldırmıyor. Olsa olsa nasıl yapmamalı ve nasıl yapmalı konusunda bir perspektif sağlıyor.

Birlik konusunda yaşanan bir sıkıntı da, müthiş bir kavram karışıklığının yaşanıyor olmasıdır. Cephe, ittifak, eylem birliği gibi kavramların tanımlanışında herkes farklı bir şey tarif ettiği gibi, kimlerin ya da neyin birliği soruları da muğlâk kalmaktadır. Örneğin; sosyalistlerin birliği ile halk güçlerinin, birliği birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen aynı şeyler değildir. Örgütsel birlik ise ayrı bir konudur. Bir devrimci örgütün oluşumundaki birlik anlayışı ile bir kitle örgütlenmesinde aranan birlik koşulları elbette ki birbirinden farklıdır. Elbet, ikisi arasında değişik dolayımlarla oluşan ilişkiyi unutmayarak.

İttifak ise doğrudan devrim anlayışı ve stratejisiyle ilişkili bir durumdur. Devrimin ana gücü, yedeklerin durumu, müttefiklerin belirlenmesi ve tasnif edilmesi stratejinin kapsamı içine girer. Devrimci mücadele bağlamında ittifaklardan söz edebilmek için öncelikle bir devrim stratejisinin ortaya konulması gerekir. Bu da stratejiyi pratiğe geçirebilecek devrimci bir örgütün varlığını gerektirir. Yani içinde bulunulan devrim aşamasına göre bir stratejinin olması yetmez, bu stratejiyi pratiğe geçirecek “kurmaylık” görevini yerine getirecek, bu doğrultuda temel güçleri organize edecek, müttefiklerle olan ilişkileri düzenleyecek, dolaylı, dolaysız güçleri gerektiği şekilde yönlendirecek devrimci örgütün varlığı zorunludur. Cephesel örgütlenme içinde, aynı şeyler geçerlidir. Bu koşullar olmadığı takdirde müttefiklerin varlığı ve bunlarla kurulacak ittifaklardan söz etmenin pratik karşılığı çok fazla olamaz. Böyle bir durum da temel politik görev bellidir, proletaryanın öncü partisini yaratmak.


Temel politik görev ortaya konduğu zaman bütün çalışmalar bu görevin yerine getirilmesine hizmet edecek bir perspektifle ele alınır. Somutun ortaya çıkardığı şu veya bu acil sorun nedeniyle temel politik görev savsaklanıp, ihmal edilemez. Acil sorunlar temel görevle ilişkilendirilip, onun çözümüne hizmet edecek şekilde ele alınır. Başlıca üç mücadele biçiminden ekonomik demokratik mücadele ve ideolojik mücadele politik göreve tabi kılınır. İdeolojik mücadele aynı zamanda, devrimci örgütün oluşmasında bir zorunluluk olan ideolojik birliğin sağlanmasını amaçlar.

 Kitle çalışması, değişik mücadele biçimleri, alan çalışmaları, ağırlık verilecek alanların belirlenmesi vb. aynı zamanda, devrimci örgütün yaratılmasındaki bir diğer zorunluluk olan, kadroların yaratılması sorunuyla ilişkili bir biçimde ele alınır.

Devrim anlayışı ve devrim stratejileri birbirinden farklı olan yapıların, bütün bu sorunlara bakış açısı farklı olacaktır. Devrim anlayışı, içinde bulunulan devrim aşamasının tespiti ve stratejisi birbirinden farklı olanların bu farklılığı ne kadar fazla ise, kitle çalışması, örgütlenme biçimleri, mücadele tarzları da o kadar farklı olur. Bunun ortaya koyacağı sonuç birliğin yarattığı enerji ve sinerji değil, “kasılma” ve sonunda kopmaya varacak bir gerilimdir. Birlikte hareket edecek güçlerin ortak kesişenleri ne kadar fazlaysa birlik olabilme ihtimalleri o kadar fazladır. “Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde” bu durumu anlatır.

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Yol ve Yoldaş

 

Yıl 1984 Haziran. Tokat-Sivas sınırında bir grup devrimci oligarşinin kolluk güçlerince kuşatıldı. Kuşatma çatışmaya dönüştü ve ilk olarak Ahmet Pehlivan vuruldu. Diğer devrimciler kuşatmayı yararak çıktı. Ayhan Gökvelioğlu kuşatmayı yarıp çıkmış olmasına rağmen, vurulan Ahmet Pehlivan'ı kurtarmak için geri döndü ve o da vuruldu. Ahmet Pehlivan'la birlikte öldürüldü. Ayhan, Ahmet’in arkadaşıydı, dostuydu ama aralarında ilişki bunları da kapsayan aşan bir ilişkiydi ve adı yoldaşlıktır!

80’li yıllar aynı zamanda zindan, tutsaklık, işkence, baskı ve direniş demekti.  Toplu saldırılar ve toplu görülen işkence 12 Eylül zindanlarının günlük rutiniydi. Bu toplu saldırılar karşısında devrimci tutsakların kol kola girip bir çember oluşturarak yaptıkları direniş oligarşinin kolluk güçleri tarafından da alışılmış bir görüntü haline gelmişti. Bu çemberin tam ortasında; sorgudan yeni gelmiş, işkencede sakatlanmış, sağlık sorunları olan devrimciler olurdu. Bu önceden planlanmış, kararlaştırılmış bir durum değildi. Direnişler süreci içinde kendiliğinden oluşmuş bir durumdu.  Bunun adı yoldaşlık refleksidir!

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Devrim Yapmak



Devrim nasıl yapılır?
"Cumhuriyetin kazanımlarını korumak","demokratik ve laik bir ülkeyi kurmak", "cinsiyet, tür, etnik, ulusal" sorunları çözmek, eğer mümkünse "sosyal devlet" anlayışını yeniden oluşturmak gibi bir yığın sorun varken (1) "Devrim nasıl yapılır?" sorusu bir çokları için güncel olmayan ve "reel politikaya" uymayan bir soru. Tam kırk yıldır "güncel" ve "reel politikaya" uygun soruları çözmek için uğraşanların, kırk yıldır  güncel sorunlarının hep aynı olmasının tuhaflığını bir kenara bırakarak sormaya devam edelim; devrim nasıl yapılır? 
Devrimi sınıf mücadelesinin en üst politik aşaması olarak ele alıp, sınıf mücadelesi ve devrim arasındaki ilişkiyi vurgulayıp, yukarıda değindiğimiz ve kırk yıldır çözülmeyen "güncel" sorunların "reel politikayla" değil, ancak devrimci sınıf mücadelesiyle çözülebileceğini söylediğimiz zaman aynı kesimler, "her şeyi sınıf mücadelesine indirgeyen ve devrim sonrasına erteleyen, günün somut sorunlarını görmeyen indirgemeci ve dogmatik bir bakış açısına sahip olduğumuzu" söyleyeceklerdir. (Bu güne kadar pek farklı bir şey söylemediler.)  İşçi sınıfı içinde bizden daha örgütlü ve güçlü olduklarını da eklemeyi unutmayacaklardır. Bu güç ve örgütlülüklerini biraz daha açmalarını istediğimiz zaman bize tarif ettikleri şey "al takke ver külah" ilişkileriyle yönetimlerinde yer aldıkları  sendikalar aracılığıyla verilen  ekonomik mücadeleden başka bir şey değildir. Bu ülke de çok uzun zamandır, çok geniş kesimler tarafından sınıf mücadelesi dendiği zaman anlaşılan şey işçi sınıfının ekonomik mücadelesidir ve uzun zamandır (2)" ... Bizim işlediğimiz en büyük günah, siyasal ve örgütsel görevlerimizi, her günkü iktisadi mücadelenin kısa vadeli, 'elle tutulur' 'somut' çıkarları düzeyine indirgememizdir".  Ekonomik mücadele düzen içi bir mücadeledir. Kapitalist sistem içinde, sınıfsal güçler dengesine göre sürekli olarak kazanılan-kaybedilen ve yeniden kazanılıp kaybedilen bir döngü olarak devam eder. Sınıf mücadelesi esas olarak politik iktidar mücadelesidir. "sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır.”  (Marks)
 Devrim 
İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçirip bu iktidar aracılığıyla toplumsal devrimi gerçekleştirmesidir. Günümüzde, Devrim nasıl yapılır? sorusu güncelliğini yitirdiği gibi, sınıf mücadelesinin politik bir mücadele olduğu da unutulmuştur.

31 Ekim 2019 Perşembe

Yabancılaşma

Marx maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, fikri üretim araçlarına da sahiptir der. Bu bağlamda; kavramlar soyutlandığı tarihsel çağdaki egemen sınıfın ideolojik izlerini, bakış açılarını taşır. Marx’a kadar yabancılaşma kavramı, kâh ruhun maddeye dönüşümüyle kâh öznel ruhla, mutlak ruh/tin arasındaki bütünleştirilmeyle ilişkilendirilir. Feuerbach’a kadar yabancılaşmayı ortaya koymaya ve aşılmasına dair idealizm hakimdir.

Marx Feurbach’ın teorik çabasının dinsel yabancılaşmanın ufkunu aşamamasından, eleştirinin temelinin dine yöneltmesini, idealizmin kurgusundaki dünyayı maddi temele oturtmanın yeterli olamayacağını, dünyanın ve sistemin kendi işleyiş yasalarında, çelişkileriyle açıklanmayla tamamlanması gerektiğini belirtir.

10 Haziran 2019 Pazartesi

DEVRİMCİ KOPUŞ OLMADAN DEVRİMCİ BİRLİK OLMAZ!


Yaşadığımız ülke iktisadi olarak; baştan itibaren emperyalizme bağımlı, yukarıdan aşağıya çarpık ve cılız bir şekilde oluşmuş  yeni sömürge tipi bir kapitalizmdir.  Emperyalizme bağımlı çarpık yapısı nedeniyle sürekli bir kriz içindedir. Bu krizler zaman zaman ağırlaşır, zaman zaman hafifler ama hiç ortadan kalkmaz. Türkiye ve benzeri ülkelerde ekonomik krizler üzerine yapılacak değerlendirmelerde, “düşen kar eğilimleri yasası”, “aşırı üretim krizleri” gibi evrensel yasaları referans almak doğru ve gereklidir. Ama bunu yaparken, yeni sömürge ekonominin özellikleri dışarıda bırakılırsa, yapılan tahliller eksik olur.

Sınıf egemenliği olarak; İşbirlikçi tekelci burjuvazinin belirleyici güç olduğu, egemen sınıfların değişik kesimlerinin en irilerinin bir araya geldiği egemen sınıf ittifakı olan oligarşinin sınıfsal hakimiyeti ile yönetilmektedir. Var olan ittifak çatışmalı bir ittifaktır ve sürekli olarak çatışma-konsensüs, konsensüs- çatışma biçiminde işler. Genellikle ekonomik kriz dönemlerinde çatışma başlar ve kriz sonrası oluşan yeni güçler dengesine göre, yeni bir konsensüs sağlanır. Emperyalizm, bu ittifak içinde baştan itibaren kendisine bağımlı olarak oluşmuş ve güçlenmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından temsil edilerek içsel bir olgu haline gelmiştir.” Emperyalizm de, sadece dışsal bir olgu değildir. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülkenin ta en ücra köşelerine kadar uzanması, emperyalizmi aynı zamanda içsel bir olgu haline getirmiştir.” (Mahir Çayan)  Bundan ötürü, bizim gibi ülkelerde yaşanan iktisadi, sosyal ve politik sorunlar emperyalizmle olan ilişki ve çelişkilerden bağımsız olarak ele alınarak anlaşılamaz.

29 Kasım 2018 Perşembe

Bir Yasalcı ile Bir Tasfiyecilik-Karşıtı Arasında Konuşma

 Yasalcı: Bana öyle görünüyor ki, sosyal-demokrat basında tasfiyecilerle yapılan savaşımın ve tartışmaların aşırı sertliği, hırsı büyük ölçüde parlattı ve bir ölçüde anlaşmazlığın özünü gölgeledi. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Tam tersi değil mi? Savaşımın sertliği, ideolojik ayrılıkların derinliğinden ileri gelmiyor mu? Ya da belki siz de, kof sözlerle ve yaygın bayat ifadelerle aradaki uçurumu kapatmaya çalışan "yalpalayıcılar"a -başka deyişle "uzlaştırmacılar"a- katıldınız. 
      Yasalcı: O, hayır! Hiçbir biçimde "uzlaştırma" eğiliminde değilim. Tam tersine. Ortaya koymak istediğim nokta şu: Tasfiyeciler ne istediklerini yeter ölçüde bilmiyorlar. Bu nedenle de yeter ölçüde kararlı değiller. Karanlıkta el yordamıyla ilerliyorlar ve deyiş yerindeyse, kendi kendilerine gelişiyorlar. Düşünce çizgilerini sonuna kadar götürmekten [sayfa 145] henüz korkmaktalar. Tutarsızlıklarının, karmakarışık bir durumda olmalarının, çekingenliklerinin nedeni bu. Oysa karşıtları, bunları yanlış olarak, ikiyüzlülük, yasadışı partiye karşı hileli savaşım yöntemleri falan sanıyorlar. Sonuç veryansın etmek oluyor. Tartışmadan bir sonuç çıkarması, bir yarar sağlaması düşünülen kamuoyu da ne olup bittiğini anlayamaz bir duruma gelmiş bulunuyor. Eğer tasfiyeciler daha az sayıda akıllı diplomata sahip olsalardı ve kendilerine biraz daha fazla güvenselerdi, davalarını daha önce kanıtlayabilirler ve sizi parça parça ederlerdi. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Karabasan gibi bir şey bu... Ama yine de sizin savınızı dinlemek ilgi çekici görünüyor. 
      Yasalcı: Benim fikrimce, tasfiyeciler haklıdır. Kafalarına fırlatılan yasalcı etiketini benimsemek zorundalar. Bunu benimseyeceğiz ve bugün Rusya'da işçi sınıfı hareketinin karşısında gittikçe yoğunlaşan sorunlara tek doğru yanıtı -marksizm açısından doğru- ancak yasalcıların verebileceğini kanıtlayacağız. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin, Rusya'nın iktisadi ve siyasal evriminde, bazı yönlerden kendine özgü bir aşama olduğunu itiraf ediyor musunuz, etmiyor musunuz? 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Ediyorum. 
      Yasalcı: Ünlü "Aralık" (1908) kararlarınızda yaptığınız gibi, sadece sözde kalan bir itiraf bu. Ciddi olarak düşünülürse, bu tür bir itiraf, diyelim Üçüncü Dumadaki sosyal- demokrat grubun gözler önünde olan varlığını bir raslantı olarak değil, "yaşanan anın" ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmek demektir. Bugünkü siyasal koşulların bütünü, işçi sınıfı hareketi içinde oluşan koşulların bütünü öyle ki, Dumada açık, yasal bir sosyal-demokrat grup olası ve zorunludur, açık, yasal bir sosyal-demokrat işçi partisi olası ve zorunludur. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Dumadaki sosyal-demokrat gruptan, sosyal-demokrat bir işçi partisine sıçramak oldukça tehlikeli değil mi? 
      Yasalcı: Hiçbir şekilde tehlikeli değil. Tek fark şu: Üçüncü Dumadaki sosyal-demokrat grubun varlık biçimi, bizim için dışardan kararlaştırıldı. Yapmamız gereken tek şey bu biçimi kabul etmek, daha önceden hazırlanmış yapıya girmekti. Orada yasal bir işçi partisinin hangi yollardan ortaya [sayfa 146] çıkacağını bulmak bize kalmış bir iş. Bu noktada girişkenlik göstermeliyiz, yeni varlık biçimleri bulmak için savaşmalıyız. Sizin küçümser bir tavırla tasfiyeci dediğiniz kişiler bu türlü bir savaş veriyorlar, yeni yola girmişlerdir, ancak ne yazık ki henüz ilk adımı atmış durumdalar. Ne yazık ki, henüz çekingen davranıyorlar, dönüp dönüp arkalarına bakıyorlar ve yarım önlemlerle yetiniyorlar. Yeni yolun başında bu kaçınılmaz bir şey olabilir, ancak bu başlangıcı daha ileri adımlar izleyecektir. İlk adımların kararsızlığı ortadan kalkacak, hatalar giderilecektir. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Mükemmel. Acaba bu hataların ne olduğunu ve nasıl düzeltileceğini açıklama lütfunda bulunur musunuz? 
      Yasalcı: Seve seve. Yarının yasal işçi partisinin nasıl bir parti olacağını önceden tam olarak bilemeyiz, ama işçi sınıfı hareketinin genel gelişme doğrultusunu görebiliriz. Doğrultunun bu olduğunu bir kez kabul edersek, yasal partinin resmini çekinmeden çizebilirim. Gerçi asıl parti, tam resimdeki gibi olmayabilir, ama ona benzer bir şey olacaktır. Sizin için böyle bir resim çizerken, bir şey "icat etmem" gerekmiyor. Gerek duyduğum tek şey, yaşamın bize öğrettikleriyle, devrim sonrası beliren yeni koşullar altında girişilen eylemlerden edinilen deneyimleri dikkate almaktır. Sadece, ana akımı izlemem, ilgisiz ayrıntıları bir yana koymam ve bu deneyimi derleyip-toparlamam gerekiyor. İşçi sınıfı Dumada yasal olarak temsil edilmektedir. Dumada yasal bir sosyal-demokrat grup bulunmaktadır. Bu grup izlenmekte, ardına casuslar takılmaktadır; toplantılar yapmasına izin verilmiyor; görmüş-geçirmiş kişilerden yoksun bırakılmaktadır;[76] yarın belki de cezaevlerine atılabilir, sürgüne gönderilebilir. Sizin kısa görüşlü izleyicilerinizin inandığı gibi, bir parti, yasaldır diye, adli kovuşturmadan polis baskısından kurtulmuş olmuyor. Ancak Dumadaki yasal grup, baskıya karşın, varlığını sürdürmektedir. Yasal işçi birlikleri (sendikalar), kulüpler, haftalık ve aylık yasal marksist gazeteler vardır; bunlar daha da fazla izleniyor, kapatılıyor, cezalarla bütün paraları ellerinden alınıyor, yazıişleri müdürleri gazetede geçirdikleri her bir ay karşılığında cezaevinde belki birbuçuk ay kalıyorlar, işçi birlikleri sürekli olarak yasaklanıyor, ama yine de varlıklarını sürdürüyorlar. Şimdi bu durumu [sayfa 147] iyice, dikkatle, tekrar tekrar düşünün. Yasal işçi birliklerinin, yasal marksist basının, yasal sosyal-demokrat temsilcilerin bulunmadığı durum başkadır. 1905'te durum öyleydi. Her zaman izlenseler bile, sürekli olarak baskı altında tutulsalar bile, bunların varolduğu durum tamamen başkadır. 1907'den beri görülen de budur. Bu, durumun yeni bir özelliğidir. Dikkate almamız, genişletip, güçlendirmemiz ve pekiştirmemiz gereken işte bu "yeni özellik"tir. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Siz, kendilerini öteden beri işittiğimiz yasalcılardan daha cesur, daha tutarlı bir yasalcı olmaya söz vererek başladınız, ama şu ana kadar, tüm tasfiyecilerin çok önceleri söylediklerini yinelemekten başka bir şey yapmadınız. 
      Yasalcı: Daha önce söylediğim gibi, tutarlı ve inanmış bir yasalcılığın resmi, yaşamın getirdiği deneyimin yakından gözlenmesinin mantıklı sonucudur. Gerçekte, yasal sosyal-demokrat bir işçi partisini oluşturacak bütün değişik öğeler zaten yaşıyor. Daha yüksek sesle, daha açıkça konuşmalı ve bunlara gerçek adını vermeliyiz. Bu ayrı ayrı öğelerin -bugün değilse bile yarın- biraraya getirileceğini, getirilmesi gerektiğini ve o zaman böyle bir partinin ortaya çıkacağını korkusuzca kabul etmeliyiz. Bu parti kurulmalıdır, kurulacaktır. Baskıyla, yıldırmayla karşılaşacak, ancak, bu parti yaşayacaktır. Yasal bir işçi partisinden yoksun geçirilen yılların yerini, yasal işçi partisinin birçok baskıyla zaman zaman kesintiye uğrayan tehlikeli yaşamını sürdürdüğü yıllar alacaktır. Sırası geldiğinde o yılları da, Rusya'nın, tam Avrupa örneğine uygun yasal bir sosyal-demokrat partiye kavuştuğu yıllar izleyecektir. Yasal bir sosyal-demokrat partiye götürecek olan yılların içine zaten girilmiştir. Bu partiye daha şimdiden, sizin yüzde-doksandokuzu zaten yıkılmış. olan yeraltı örgütünüzden daha gerçek olan bir şeydir. Yasalcıları daha tam bir biçimde derleyip-toparlamak, onların eylemlerini daha kararlı, daha düzenli, daha kendine güvenli hale getirmek için işlerin bugünkü durumu hakkında konuşmaktan, bugünkü gerçeğin adını koymaktan, sloganlar ortaya atmaktan, bayrak açmaktan korkmamalıyız. Mahkemeler ya da polis, bayrağımızı elimizden çekip alırmış, ne gam, isterse yirmi kez alsın, o bayrağı yokedemezler, bizi ondan uzun süre yoksun tutamazlar, çünkü o bayrak [sayfa 148] gerçekte varolanın, büyüyenin, büyümeye devam edecek olanın ifadesidir. 
      Tasfiyecilik-karşıtı: Konuya gelin. Yoksa size şu sözü anımsatmam gerekecek: "Çok iyi şarkı söyler, ama şarkının nasıl biteceğini kimse bilmez."Açık konuşmaya söz vermiştiniz. Şu halde bir noktayı daha açıklığa kavuşturun, daha somutlaştırın: Bayrağınıza ne yazacaksınız?

30 Haziran 2018 Cumartesi

Devrimci Mücadelede İlkellik ve Amatörlük

“Bu soruyu (‘İlkellik nedir?’ sorusunu), 1894-1901 döneminin tipik bir sosyal-demokrat çalışma çevresinin faaliyetini kısaca anlatarak yanıtlamaya çalışacağız. O dönemde, öğrenci gençliğin tümünün marksizme sarıldığını belirttik. Bu öğrenciler, marksizmle, elbette ki, sadece bir teori olarak ilgilenmiyorlardı, onunla ‘Ne Yapmalı?’ sorusuna bir yanıt olarak, düşmana karşı savaşmak için bir çağrı olarak ilgileniyorlardı. Bu yeni savaşçılar, şaşılacak ölçüde ilkel donatım ve eğitimle savaşa girdiler. Çok kez hemen hemen hiç donatımları yoktu ve eğitim diye bir şey görmemişlerdi. Sabanını bırakıp savaşa katılan köylüler gibi ellerinde sopalarla yürüdüler. Bir öğrenci çevresi, hareketin eski üyeleriyle hiç bir bağlantısı olmadan, başka yörelerdeki, hatta aynı kentin başka kesimlerindeki (ya da başka eğitim kurumlarındaki) inceleme çevreleriyle hiç bir bağlantı kurmadan, devrimci çalışmanın çeşitli bölümlerini örgütlendirmeden, belirli bir zaman süresini kapsayan sistemli bir eylem planı olmadan, işçilerle ilişki kuruyor ve çalışmaya koyuluyor. Bu çevre, yavaş yavaş propaganda ve ajitasyonunu yaygınlaştırıyor; eylemleriyle oldukça geniş bir işçi kesiminin ve eğitim görmüş tabakanın belirli bir kesiminin sempatisini kazanıyor; bu kesimler ona para sağlıyorlar ve ‘komite’ gençlerden oluşan yeni grupları bunlar arasından ediniyor. Komitenin (ya da mücadele birliğinin) çekici gücü büyüyor, eylem alanı genişliyor, eylemini tamamen kendiliğinden bir biçimde yayıyor; bir yıl ya da birkaç ay önce, öğrenci çevrelerinin toplantılarında konuşan ve ‘Nereye?’ sorusunu tartışan, işçilerle bağlantı kuran ve bu bağlantıları sürdüren, bildiri yazıp yayınlayan bu kimseler, artık öteki devrimci gruplarla ilişkiler kuruyorlar, yazın ediniyorlar, yerel bir gazetenin yayınına girişiyorlar, bir gösteri düzenlemekten sözetmeye başlıyorlar, ve nihayet açık savaşa geçiyorlar (bu açık savaş ilanı, duruma göre ilk ajitasyon bildirisi, bir gazetenin ilk sayısı ya da ilk gösteri yürüyüşü olabilir). Çoğunlukla bu çıkışlar, daha ilk anında tam bir fiyaskoyla sonuçlanır. İlk anında ve tam bir fiyasko, çünkü, bu açık savaş daha önce düşünülmüş ve uzun uzadıya saptanmış sistemli bir plan, inatçı ve uzun süreli bir mücadele planı sonucu değildi, sadece inceleme çevresinin geleneksel çalışmasının kendiliğinden büyümesi sonucuydu; çünkü, polis, besbelli ki, hemen her seferinde, yerel hareketin, üniversite sıralarında ‘adları duyulmuş olan’ başlıca militanlarını tanıyordu, ve bir baskın için kendisine en elverişli anı kollarken, kasıtlı olarak, elle tutulur bir suçüstü sağlayabilmek için, devrimci grubun yayılmasına gözyummuştur ve her seferinde tanıdıkları bazı kimselerin ‘tohumluk olarak’ serbest gezmelerine izin vermiştir (bildiğim kadar ‘tohumluk’ terimi hem bizimkilerin hem de çar polisinin kullandığı bir terimdir). Böyle bir savaşı, bir köylü yığınının, ellerinde sopalarla, modern askeri birliklere karşı savaşına benzetmemek insanın elinden gelmiyor.

4 Mart 2018 Pazar

BUGÜN VE GELECEK


"Günün geçici sorunları karşısında büyük temel düşüncelerin bu unutuluşu, 
 geçici başarılar uğruna girişilen bu yarış ve sonal sonuçları gözönünde
 tutmadan çevrede verilmekte olan savaşım, bugünün sonuçlarına
 feda edilen hareketin geleceği, bütün bunların belki de "namuslu" nedenleri vardır, 
 ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır; 
 ve "namuslu" oportünizm, belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir!"
 FRİEDRİCH ENGELS 

Diyalektik yöntem bize sınıflar mücadelesini tarihsel gelişimi içinde, bütünsel bir süreç olarak ele alınması gerektiğini öğretir. Dün – Bugün – Gelecek ilişkisinin diyalektiğinden oluşan bu yöntem mücadeleyi bir süreç olarak ele almayı öğrettiği gibi, sürecin belli bir anına takılıp kalmamayı da öğretir. Nasıl ki düne ait verileri olduğu gibi bu güne aktararak bugünü açıklamaya çalışmak bir yanılgıysa, dünü yok sayıp bu günü sadece bugünle anlamaya ve açıklamaya çalışmak aynı düzeyde bir yanılgıdır. Dünle bugünü birbirinden kopartan, bugünle yarını da birbirinden kopartmış, anla gelecek arasına bir set çekmiş demektir. Düne takılıp kalmamak adına, bugüne takılıp kalmak denilen bu durum “sürecin ana feda edilmesi” denen durumdur.

7 Şubat 2018 Çarşamba

Ve Mustafa... Ve Mine..Ve Temel...

 *"Günler
 Tanık oldular ölümlere
 Gördüler vurulup öleni
 Öldüreni
 Hayatla taşınan ölümü
 Ölümle başlayan dirimi."



12 Eylül faşizminin en azgın olduğu dönemlerdir. Tarih 1981 yılının Ocak ayını gösterirken Adana'da bir devrimci, faşizmin kolluk güçleriyle girdiği çatışmada yakalanır. Yakalanır ama 
" Mustafa’da yakaladıklarında bulunamayan bir silah vardır. Kelepçesi çözülür çözülmez Mustafa silahı çeker ve önce muhbir bekçi Hayri Şimşek’e ateş eder, ardından silahına davranan Astsubay H. Hüseyin Özcan’a bir el ateş eder, silah seslerini duyunca odaya gelen Astsubay Nihat Özbay’a da ateş eden Mustafa, erlerin arasından elde silah geçer."


Bu olay yaşandığında bu satırların yazarı memleketin zindanlarından birinde tutsaktır.Bütün koğuşun televizyondan Mustafa Özenç'le ilgili haberi adeta nefesini tutarak izlediğini ve ardından sadece Devrimci Yol'cuların değil, tüm siyasi tutsakların sevinç, coşku ve saygıyla haykırdığını bu gün gibi hatırlar. Silahını elden bırakmayıp "dövüşenler de vardır bu havalarda"

28 Ocak 2018 Pazar

Saflarımızdaki Hatalı Eğilimleri Düzeltelim

Bazı kurallar vardır ki herkes tarafından bilinir. Buna rağmen büyük bir çoğunluk bu kuralları bilmemezlikten gelir. Öyle ki, her zaman gündeme getirilmesi, her zaman hatırlatılması gereken kurallardır bunlar. Çünkü lafta kabul edilmesi, onların kavrandığını, onlara inanıldığını göstermez. Çünkü "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz". 

Biz burada devrimci davranış biçimleri hakkındaki kurallar üzerinde duracağız. Ve aşağıda yazılanların yani davranış biçimlerinin kurallarına uymamanın 


yanlışlığını ve yapılmaması gerektiğini hemen hemen bütün arkadaşların bildiğini, biz de biliyoruz. Ancak, bu yazı sabırla ve üzerinde durarak düşünerek okunmalıdır. Şöyleki: Aşağıda belirtilen her husus, ilk önce okuyucu tarafından dürüst bir şekilde kendinde aranmalıdır. Böylece, genel olarak davranış biçimleri gözden geçirilmelidir. "İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır" sözünü ilk önce çuvaldızı kendimize batırarak, yani en sıkı şekilde özeleştirimizi yaparak da yorumlamalıyız. 
Başlamadan önce önemli bir noktaya değinmek istiyoruz. Burada yaptığımız tespitler bir "parti disiplini" çerçevesinden konmamıştır. Devrimci Gençlik Hareketinin bugünkü konumundaki yanlış eğilimler göz önüne alınmış ve bu yüzden uygulanması zaten olanaksız olan ideal kurallar tartışma dışında bırakılmıştır. Devrimci Gençlik Hareketi, demokratik kitle örgütü düzeyinde ele alınmış ve bu platformun davranış biçimleri incelenmiştir. Bu bakımdan, yazımızda kullandığımız "örgütlü mücadele" ve "örgüt disiplini" kavramlarından bunu kastettiğimiz akılda tutulmalıdır. Bu belirlemenin ışığında, demokratik kitle örgütlerinde mücadele veren devrimci arkadaşlardan devrimci olmayan davranış biçimlerinden sakınmalarını istemekteyiz. Şurası açık ki, bazı arkadaşlar bu önerilerimizi "keskinlik" diye yorumlayacaklardır. Böyle arkadaşlara bir çift sözümüz var: 

"Keskinlik" olgusunun iki anlamı olabilir. Birincisi, devrimci kuralları subjektif olarak kabul etmek, objektif olarak uygulamamak. İkincisi, mevcut koşullarda gerçekleşemeyecek olan öneriler getirmek. Birinci durum, bırakın devrimciliği, en azından dürüstlükle bağdaşmaz. İkinci duruma bakılarak da bizim tespitlerimizin mevcut koşullara uyumlu olmadığı, bu konuda söz konusu yanlışların düzeltilmesinin olanaksız olduğu ileri sürülebilir. Evet, Devrimci Gençlik Hareketinin yeraldığı ortam ağırlıkla küçük burjuvazinin sınıfsal yapısının etkisindedir. Devrimci Gençlik Hareketinin unsurları, küçük burjuva kökenli olmaları bir yana, hala bu sınıfsal özellikleri taşımaktadırlar. Bu objektif bir tespittir. Eleştirdiğimiz küçük burjuva pisliklerinin maddi temelleri vardır. Şimdi, bu ortamda proleter devrimci olmaya kararlı arkadaşlar ne yapmalıdırlar? Onların "proleterleşmesi" yalnızca fabrikalarda üretime katılarak mı mümkün olacaktır? Öyleyse, gençlik içindeki mücadeleden proleter devrimci yetişmeyecek midir? soruları artırılabilir. Bu tür sorular tüm iyiniyetli arkadaşlann kafasına takılı olan sorulardır. Besbelli ki, gençlik hareketi içinde küçük burjuva etkenlerin ağırlıkta olması, bizim, elimizdeki proleter devrimci anlayışı bir silah olarak kullanıp bu objektif duruma iradeci bir yaklaşımla müdahale etmemizi engellemez. Bu bilince ve kararlılığa sahip olan Devrimci Gençlik Hareketindeki aktif arkadaşlar, küçük burjuva pisliklerden kurtulabilmek için azami çabayı gösterdiklerinde, bu ortamda bile devrimci davranış biçiminin asgari düzeyi yaratılmış olur. Böylelikle, bu arkadaşlar kendilerini birer proleter devrimci adayı olarak hazırlayabilirler. Kaldı ki, küçük burjuva dürüstlüğü çerçevesinde bile bizim tespitlerimizi hayata geçirmek mümkündür... 

23 Aralık 2017 Cumartesi

III. ÜÇ ZÜRİHLİNİN MANİFESTOSU/Marks ve Engels Seçme Yazışmalar



... Bu arada Höchberg’in Jahrbuch’u elimize ulaştı; içinde, Höchberg’in bana söylediğine göre Zürih komisyonunun üç üyesi tarafından yazılan, “Rückblicke auf die sozialistische Bewegung in Deutschland [“Geriye Doğru Bir Bakışla Almanya’daki Sosyalist Hareket”]*1 başlıklı bir makale vardı. Burada, hareketin günümüze kadar gelen döneminin otantik bir eleştirisini ve dolayısıyla, yeni organın, onların eline kaldığı sürece izleyeceği otantik programı buluyoruz.
      Daha en başta şunu okuyoruz:
      “Lassalle’ın ağırlıklı olarak siyasal diye düşündüğü, içine yalnızca işçileri değil, ama tüm dürüst demokratları çağırdığı, başında bilimin bağımsız temsilcilerinin ve gerçek bir insanlık aşkıyla dolu tüm insanların yürüyeceği hareket, Johann Baptist von Schweitzer’in başkanlığı altında sanayi işçilerinin kendi çıkarları için yürüttükleri tek yanlı bir savaşıma indirgendi.”
      Bu tarihsel olarak doğru mu, doğruysa ne ölçüde doğru, buna değinmeyeceğim. Burada Schweitzer’e yöneltilen özel suçlama şu ki, o, burada, burjuva demokratik-insansever hareket olarak görülen lasalcılığı, sanayi işçilerinin burjuvaziye karşı sınıf savaşımının karakteristik özelliklerini abartarak kendi çıkarlarını savunan tek yanlı bir savaşıma indirgemiş. “Burjuva demokrasisini reddetmek”le de ayrıca suçlanıyor. Sosyal-demokrat partinin içinde burjuva demokrasisinin ne işi var? “Dürüst insanlar”dan oluşuyorsa [harekete] katılmayı zaten düşünmez; gene de katılmak isterse, bu yalnızca  sorun çıkarmak içindir.
      Lasalcı parti “bir işçi partisi olarak özellikle tek-yanlı, davranmayı yeğlemiştir”. Bunu yazan bayların kendileri, işçi partisi olarak özellikle tek-yanlı davranmayı seçmiş olan bir partinin üyesidirler; o partide halen yüksek makamlarda oturmaktadırlar. Yazdıklarıyla yaptıkları kesinkes birbirine uymuyor. Yazdıklarına inanıyorlarsa partiden ayrılmalı ya da en azından görevlerinden istifa etmelidirler. Böyle yapmazlarsa, resmi konumlarını, partinin proleter karakteriyle savaşmak için kullanmak istediklerini kabul etmiş olurlar. Sonuç olarak, parti, onları görevleri başında bırakırsa kendine ihanet etmiş olur. 

8 Mart 2017 Çarşamba

8 Mart

Kavramlar, olaylar, kurumlar onu yaratan tarihselliğiyle var olurlar. Devleti irdelediğimizde; maddi üretim ilişkilerinin gelişiminin bir seviyeye geldiğini diğer bir değişle, iş bölümünün, kafa-kol emeği ayrışması, artı-ürüne el koyan bir azınlığın artı-ürünü korumak ve çıkarlarını geliştirmesiyle tarihte devletli toplumlar yerini alır.

Kadın sorununda da, ataerkil ilişkilerin yerleştiği/güçlendiği somut nedenlere değinmeyi gerektiriyor.Erkeğin avlanması, kadının ise balıkçılık ve bitki toplama toprakla yakın ilişkisi, tarihsel süreçte kadınların toplumsal emeğe önemli katkısı olmaktaydı. Yerleşik hayata geçiş; yapımı, kullanımı ve bakımı için ciddi fiziki çaba gerektiren gelişen üretim araçlarının ( yelken, sabanın, araç ve gereçlerinin) erkeğin egemenliği altında üretime katılmaları, erkeğin toplumsal konumunu ve ataerkil ilişkileri güçlendirdi. Kadının toplumsal dışlanışının temeli; toplumsal üretime olan katkısının  çeşitli mülkiyet biçimlerinde gün geçtikçe azalmasıdır. Lenin’in deyişiyle kapitalizmde kadın ‘ev kölesi’dir, yatak odasına çocuk odasına, mutfağa hapsedilmiştir.

Bugün 8 Mart, 1857 yılında ABD’nin New York kentinde 40 bin dokuma işçisi, burjuvazinin dayattığı ekonomik ve sosyal şartlara karşı grev başlattı. Polis

5 Eylül 2016 Pazartesi

DÜN BUGÜN VE YARIN / Bora Kara



"Ancak kendi özgücümüze güvenerek bu ölüm kalım mücadelesinin altından alnımızın akıyla çıkabiliriz. (Elbette bu, ittifaklardan yararlanmamak demek değildir. Mücadelemizin bütün aşamalarına “mümkün olan en geniş cepheyi kurmak politikası” hakim olmalıdır) Mahir Çayan, Toplu Yazılar, sayfa 84


12 Eylül’ün ön günlerinde bu ülkede yaşayan herkes tarafından şu veya bu şekilde öngörülen şey, askeri bir darbeyle faşizmin açık icrasına geçileceğiydi. Yani 12 Eylül; bir gece aniden gelen, beklenmeyen bir sürpriz değildi. Birçok siyasi yapı bu gelişi görüyor ve buna uygun bir pozisyon almaya çalışıyordu. Bu pozisyon alışın çokta başarılı olmadığını daha sonraları gördük. Özellikle dönemin en önemli hareketlerinden bir olan Devrimci Yol yaptığı açıklamalarla “sivil faşist saldırıların, yerini resmi faşizme bıraktığını mücadelenin zorlu bir aşamaya doğru gittiğini ve bir an önce birleşik bir cephenin yaratılması gerektiğini” söylüyordu.

Böyle bir birliğin yaratılması mümkün olmadı. Bunun nedenleri başlı başına ayrı bir tartışma konusu. Sonuç olarak; 12 Eylül faşizmi karşısında Türkiye Devrimci Hareketi gerekli direnişi örgütleyemeyerek, bir bütün olarak faşizm karşısında yenildi. Şu veya bu hareketin yenilgisinin, diğerlerinden daha uzun veya daha kısa bir sürece yayılmış olması bu sonucu değiştirmiyor. Elbette devrimci yapılar başlangıç itibarıyla kendi anlayışlarına ve güçlerine göre bir direniş ve toparlanma çabası içinde oldular. Gerilla mücadelesinin örgütlenmeye çalışılması, kentlerde yapılan eylemler, birleşik cephelerin yaratılma gayretleri, yapıları yeniden toparlama çabaları vb. Bu süreçte birçok devrimci şehit ve tutsak düştü. Ama sonuç olarak, merkezi yapıların büyük oranda dağılmış olması, önder kadroların büyük bir bölümünün daha başlangıç itibarıyla tutsak düşmesi (ki bu devrimci yapıların en büyük zaaflarından biridir) ve daha birçok öznel ve nesnel nedenden dolayı 12 Eylül süreci, devrimci güçlerin yenilgisiyle sonuçlandı.

20 Temmuz 2016 Çarşamba

İŞKENCECİLERE İŞKENCE - Bora Kara




15 Temmuz darbe kalkışmacılarının birçoğunu tanıyoruz. Neredeyse tamamının ellerinde devrimcilerin, demokratların ve emekçi halkların kanı var. Birçok katliam, gözaltı, işkence olayında imzaları var. Kendilerine kin duymamamız, nefret etmememiz mümkün değil. Kendilerinden sorulacak hesabımız, ödeteceğimiz bedeller var. Kinimiz öyle böyle değil, ölümcül bir kindir. Bu kinin adı sınıf kinidir.

Bu faşist güruh şimdi eski yol arkadaşlarıyla girmiş oldukları iktidar savaşının kaybedenleri olarak, kazananların kendilerini bir paçavraya çevirme operasyonun sonuçlarına katlanıyorlar. Kazananların derdi sadece onları itibarsızlaştırmak, rezil etmek, aşağılamak değil. Onların üzerinden, tüm topluma neler yapabileceklerini gösteriyorlar. “Koca koca generalleri bu hale getirmiş, dokunulmaz sanılan orduyu adeta esir almış bu güç, sıradan halka neler yapmaz ki?” Sorusunu sordurup korkudan felç olmuş bir toplum yaratmaya çalışıyorlar. ( Bu hesap yanlış hesap ama konumuz şimdi bu değil)

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Yasadışı Parti ve Yasal Eylem

                   
    YASADIŞI parti ve Rusya'daki sosyal-demokratların yasal çalışmaları sorunu, belli başlı parti sorunlarından biridir. Bu sorun, tüm devrimi izleyen dönem boyunca RSDİP'ni uğraştırmış, safları arasında en sert savaşımlara yola çmıştır. 
      Bu sorun üzerindeki savaşım, başlıca, tasfiyecilerle onlara karşıt olanlar arasında geçmiştir. Savaşımın sertliği ise, eski, yasadışı partimizin olmak ya da olmamak sorunuyla yüz yüze gelmesi noktasına varmış olmasından ileri gelmektedir. RSDİP'nin Aralık 1908 konferansı, tasfiyeciliği şiddetle kınamış, özel bir kararında da, örgütlenme sorunundaki parti görüşünü açıkça ortaya koymuştur: Parti, yasadışı sosyal-demokrat çekirdeklerden oluşmuştur. Bu çekirdekler "yığınlar arasında çalışmak üzere kendileri için müstahkem  yerler" kurmalıdırlar. Bu yerler, olabildiği ölçüde geniş, olabildiği ölçüde dal budak salmış bir yasal işçi toplulukları ağı biçiminde olmalıdır. 
      Gerek merkez yönetim kurulunun Ocak 1910'da yaptığı genel kurul, gerek Ocak 1912'deki Bütün-Rusya konferansı, partinin bu görüşünü tam olarak onaylamıştır. Bu görüşün kesin ve kararlı niteliği belki de en açık biçimde, yoldaş Plehanov'un son Dnevnik’inde (n° 16, Nisan 1912) tanımlanmıştır. "En açık" diyoruz, çünkü (Ocak konferansının anlam ve önemi üzerinde) o sıralarda nötr bir tutum takınan kişi Plehanov olmuştu. Plehanov, bu nötr tutumu çerçevesinde, bu yerleşmiş parti görüşünü tamamen doğruladı; "kurucu gruplar" denen –partiyle ilişkileri kesilmiş ya da partiyi bırakıp kaçmış, ya da partiden bağımsız olarak ortaya çıkmış olan– grupların, bir kongre ya da yasadışı parti çekirdeklerince yapılacak bir konferans tarafından özel bir karar alınmadıkça, partinin malı gözüyle görülemeyeceklerini söyledi. Yoldaş Plehanov, "kurucu gruplar"ın partiye ait olup olmadıklarına kendi başlarına karar vermeye bırakılmalarının, ilke olarak anarşizm, pratik olarak da tasfiyeciliğin desteklenmesi ve yasallaştırılması demek olduğunu yazıyordu. 
      Partinin, birçok vesileyle, üzerinde kesinlikle karara vardığı bu sorun, nötr Plehanov'un bu son açıklamasından sonra artık çözümlenmiş olmalıydı. Ne var ki, son tasfiyeci konferansının kararı, yeniden bu konuya dönmemizi gerektiriyor. Çünkü, bir düzene sokulan şeyleri yeniden karıştırma ve apaçık gerçekleri yeniden bulanık hale getirme çabalarına tanık oluyoruz. Nevski Golos (n° 9) tasfiyeci karşıtlarına yağdırdığı en öfkeli hakaretlerin yanısıra, yeni konferansın tasfiyeci olmadığını ilan ediyor. Ama en önemli sorunlardan biri, yani yasadışı parti ve yasal çalışma konusundaki kararı, konferansın, başından sonuna tasfiyeci olduğunu gösteriyor. 
      Bu nedenle kararı buraya tam olarak almak ve ayrıntılarına inerek tahlil etmek gerekiyor.